| Tiyatro Kursu  | Şirket Tiyatrosu
Tiyatro Dünyası
Tiyatro Dünyası Bu Sahnede...
 
Ana Sayfa  |  Hakkımızda  |  Yazılar  |  Haberler  |  Yazarlar  |  Tiyatro Oyunları  |  Tiyatro Grupları  |  Sanatçılar  |  Kaynak  |  Duyuru Panosu  |
Üstün Akmen'den Vanya Dayı ve Marat/Sade Eleştirisi
Üstün Akmen



AHMET LEVENDOĞLU, ETKİLERİ BÜYÜLTEREK ÖZE VARMIŞ: “VANYA DAYI”

Anton Pavloviç Çehov’un 150. doğum yıldönümünde bir “Vanya Dayı” da Tiyatro Stüdyosu’ndan geldi. Diğer “Vanya Dayı” Nesrin Kazankaya yönetimindeki Tiyatro Pera’da perde açmakta. Esasında, şimdilerde Ahmet Levendoğlu yönetiminde Tiyatro Stüdyosu tarafından sahnelenen “Vanya Dayı”yı da Kazankaya’nınkiyle birlikte 17. Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında izleyecektik, ama heyhat, kader işte! Tiyatro Stüdyosu, Kültür Başkentinde(!) oyununu oynayacak salonu aralık ayında zor buldu. Buldu da denemez ya, kâh Kültür Başkentinin(!) merkezinin kilometrelerce uzağında Karadeniz’in güneyindeki bir ilçede kurulu üniversitenin salonunda, kâh Marmara Denizi’nin kuzeyindeki bir ilçede, bazen da Anadolu Yakasında Kayışdağı ile Çamlıca’nın eteklerine kurulu bir başka ilçede perde açmaktalar. 2010 İstanbul Kültür Başkenti Ajansı da “İstanbul İstanbul olalı böyle kültür ve sanat dolu bir yıl yaşamamıştı” reklamıyla İstanbullu tiyatrocularla dalgasını bilerek ve isteyerek uzatmakta. Gene de helal olsun Tiyatro Stüdyosu’na…

Tiyatro Pera’nın “Vanya Dayı”sını izledim ve değerlendirmemi yazdım. Eee… İzledim diye, değerlendirmemi de yazdım diye Tiyatro Stüdyosu yapımını izlemeden yapabilir miyim? Elbette ki hayır! Söz konusu olan Çehov yahu! Rusya’nın yüzyıllık edebî ve toplumsal gelişimini sinesinde toplamış bir yazar o. Hem çok güçlü ve özel bir yazar. Onun sanatsal gücüne, edebî ve siyasal kişiliğine bir kez daha tanık olmak az şey mi? Sonra Tiyatro Stüdyosu, kuruluşundan bugüne sahnelediği 15 oyunu, 49 ödülle taçlandırılmış, ülkemizde sahnelenmemiş oyunları daima ilk kez izleyicisiyle tanıştırmış bir kurum. 20. yılında ilk kez bir yakın klasik oyunu sahneliyor. İzlemeden durulur mu? Ya Vanya Dayı karakteri? Tiyatro Pera’da Levent Öktem’i Vanya Dayı’nın duygularını, isteğini, aklını ateşleme yeteneğini gene kullandığını gözlemledim de, Mehmet Ali Kaptanlar’ı izlemeyi nasıl savsaklarım? Emrah Elçiboğa gibi, Defne Gürmen Üstün gibi, Ezgi Bakışkan gibi, Gürcan Salihoğlu gibi genç oyuncuların Metin Beyen gibi, Gülsen Tuncer gibi, Vural Buldu gibi “kıdemli” oyunculardan ne kaptıklarını gözlemlemeden durabilir miyim? Tiyatro Stüdyosu’nun her şeyi Serda Kondeler Aktuna’ya boş verebilir miyim? Bir tiyatro ustasının, bir “hassas terazi”nin, bir titizlik erbabının, bir kılı kırk yarma uğruna neredeyse kırkayak denilen böceğin ayaklarını tek tek saymaya soyunacak kadar incelikli Ahmet Levendoğlu’nun “Vanya Dayı” yorumunu kaçırır mıyım? Gittim, izledim. Çehov’un yazarlık gücüne bir kez daha hayran oldum, Tiyatro Stüdyosu’nun ilk kez bir yakın geçmiş oyunu yapımında hazır bulundum, yepyeni bir Vanya Dayı buldum, genç oyuncularla buluştum, “kıdemlilerle” coştum, “hassas terazi”nin hassasiyetinin nerede duracağını eleştirmen gözüyle yakalamak için oyun boyunca yoruldum.

Hiç kuşkum yok ki Çehov başka dile çevrildiğinde birçok özellikleri kaybolabilecek
bir yazar. Bu yüzden yabancı ülkelerde sahneye konan herhangi bir oyununun mutlak başarıyla temsil edilmesinin pek zor olduğu söylenir. Bu savın en somut örneği, Ataol Behramoğlu’nun (Anton Çehov Bütün Oyunları.1-İş Bankası Yayınları/Haziran 2002) çevirisi. Behramoğlu bu çevirisinde de, çevirinin her şeyden önce kültürel bir aktarım olduğunun bilincinde. Ereği metnin işlevini biliyor, çevirdiği metinler diğer metinlerle ilişkileri içinde işlev kazanıyor. Çevirisini çok katmanlı, çok yönlü ve çok evreli bir araştırma alanı olarak tasarlıyor, Çehov’u bize bizim içimizdeki dilin melodisiyle anlatıyor.

Kemal Yiğitcan, oyuncuları ve tabloları doğrudan aydınlatmış, ama yansıyan ışıklardan da yararlanarak ve gölgeleri de kullanarak ışık düzeni yaratmış. Oyunun geçtiği alanlara ve sahnenin seyirciye gösterilmek istenilen bölümlerine ışığını fevkalade dengeli dağıtmış. Efter Tunç’un bu oyun için tasarladığı dekor, bence Tunç’un özgün yaratıcı gücünü cömertçe sergilediği bir çalışma olmuş. Efter Tunç kalıpları bilerek, bildiği “kalıp” öğretilerinden yararlanarak, ama o kalıpları aşıp, kalıp kurallarını delerek özgün yaratıya varmış. Kostümlerine de düşünsel işlemler yüklemiş, anlamsal değerler katmış, damıtılmış zevk ürünü kostümler ortaya çıkarmış. Çiğdem Erken’in 19. Yüzyıl Rus geleneksel/halk müziklerinden derlediği parçalar oyuna ciddi anlamda katkı sağlamış ve Erken, derlemelerinde ulusal renkleri olabildiğince öne çektiği gibi, zengin bir armonik kavrayış da yakalamış.

İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun “kurt “oyuncusu Mehmet Ali Kaptanlar kültürlü, fakat her şeyden önce bir halk ve toprak adamı olan, özverili, sempatik Vanya’ya “gerçek” Vanya’nın duygularını, iradesini, aklını, daha doğru deyimle tüm varlığını harekete geçirterek can veriyor. O ne derinlikli tutkular öyle! Ya Vanya’nın çalıştığı ve bağlandığı toprağı elinden almak isteyen profesöre silah çekecek kadar ani hiddeti ve arkasından gelen utanç duygusunu sergileyişi? Yaptığı hatayı tamir etmek istercesine derhal hesap tahtasının başına geçip, Serebryakov’a karşı olan görevini gecikmeden yapmasındaki doğallık! “Mehmet Ali Kaptanlar, “Vanya Dayı”da mükemmel üstü bir Vanya çiziyor” diyorum, başka da bir şey demiyorum.

Genç oyuncu Emrah Elçiboğa’nın (1974) Dr. Astrof’u tam anlamıyla bedbaht, teselliyi alkolde arayan karamsar görüşlü bir kişi olarak hata yapmadan canlandırışında, hiç kuşkum yok ki Levendoğlu’nun provalar öncesi hazırlayıp oyuncularına dağıttığı kırk küsur sayfalık metne ilişkin notlarının katkısı var. Gene de, Çarlık Rusya’sının hasta ruhlu aydını Astrov’a can verirken, coşkularını hiç mi hiç engellememesini önereceğim. Öyle değil mi ama, gitsin görsün Tiyatro Pera yapımında Selçuk Yöntem’i, Astrov’u nasıl daha derin içsel içerikleri olan yönelimlerle canlandırıyor, bellesin; sonra bir el etsin, bana kendini bir kez daha seyrettirsin, alkışlarımı daha bir hak etsin.

Sonya’yı canlandıran Defne Gürmen Üstün’ün ortaya saçtığı içsel tekniği yürekten kutluyor, bir oyuncunun esas işinin duygularını her daim harekete geçiren ve bu sayede fiziksel çalışmasına yaşam veren yönelimler bulmak olması gerektiğini örneklediği için kendisine teşekkür ediyorum. Güzel, ancak sadakat duygularıyla
dolu genç, mutsuz, kaderine boyun eğmiş, yaralı mı yaralı genç kadın Yelena’da 2009–2010 sezonunda Tiyatro Kutu yapımı “Antigone”de Ismene olarak ilk kez izlediğim Ezgi Bakışkan görev almış. Bakışkan, bu oyunda coşkularını yönetmeyi ve onları okutmayı başarıyor. Sanırım Hocası Ahmet Levendoğlu’nun yönetimi doğrultusunda gerçeğin estetiğinden yola çıkıyor, iyi de ediyor. Hele bir de bedenini basit mi basit bir gösterge vericisi olarak kullanmayı öğrense! Vücudunu izleyiciye yönelik işaretler göndermek için ayarlanmış bir semafor olarak kullanabilse! İşte o zaman eminim ki, hırçın, bencil bir ihtiyara karılık ederken nasıl bedbinliğe sürüklendiğini daha iyi verebilecek. İnanıyorum ki dil sürçmesidir: “Battaniyen yere düşmüş” derken “battaniyen” sözcüğünü bir daha “battanyan” diye söylemeyecek. Ve kendisi bizzat bilsin ki, sahnedeki Ezgi Bakışkan için beslediğim umut, bundan sonra sabırla ve ısrarla sürecek.

Metin Beyen bencil, hayatta başarı gösterememiş, bir şey vermeden kendisine
ümit bağlayanların sırtından geçinmiş, kaprisli ve hırçın ihtiyar Prof. Serebrykov’u pek güzel oynuyor. Efendilerine körü körüne sadık kaderci köylülerin bir anlamda temsilcisi Telyegin’de Vural Buldu ve Dadı’da Serda Kondeler Aktuna görevlerini yapmaktalar. İşçi’de Gürcan Salihoğlu ezilen Rusya’nın en fakir tabakasını, Rus mujiklerini hatasız veriyor. Deneyimli oyuncu Gülsen Tuncer, Mariya Vasilyevna Voynitskaya’nın sadakatini, sınıfının gülünç ve acıklı durumunu kusursuz canlandırıyor.

Yönetmen Ahmet Levendoğlu ise, etkileri büyülterek öze varmış. Onları daha da büyültmek, altlarını çizmek, olabildiğince vurgulamak istemiş. Tiyatroyu, ne tiyatro ne de edebiyat olan ara bölgenin ötesine itmiş, aradığı uygun çerçeveye oturtmuş. Elindeki ipleri gizlemek istememiş, aksine onları daha da görünür kılmak için, gülünç olanın temeline inmek için; karikatürleştirme alanlarına sinmek, abuk güldürü öğelerinin sönük ironisini deşmek için yollar denemiş. Her şeyi ani ataklara, trajiğin kaynaklarının yattığı noktaya dek sürüklemiş. Her bir sözcüğün, her bir eylemin anlamını uzun uzun düşünmüş. Doluya koymuş, boşa koymuş, tartmış. İpuçlarından yola çıkarak oyunun özüne varmış, karakterleri çözümlemiş. Birbirleriyle çatışır gibi görünen insanların, aslında karşılıklı duydukları şefkati, toleransı ve insan sevgisini başarıyla anlatmış. Çehov’un “Vanya Dayı”sını sahnede halı gibi dokumuş. Esere, yazarın görüş noktasına en yakın köşesinden bakmış.

Ahmet Levendoğlu, bu kere de başarmış.

GEL EY İHTİLALİM SEN ŞİMDİ: "MARAT SADE"

“Jean Paul Marat’nın Takibi ve Öldürülüşünün Charanton Akıl Hastanesi Oyuncuları Tarafından Marquis de Sade Yönetiminde Temsili” gibi olağanüstü uzun bir adı olan Peter Weiss’ın “Marat Side” olarak kısaltılmış haliyle tanınan ünlü eseri, 2010–2011 sezonu oyunu olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda perde açmakta.

Marat/Sade, hiç kuşku yok ki çağdaş tiyatronun, üzerinde en çok tartıştığı, tiyatro dili oluşturma ve kullanmadaki olağanüstü zenginliği, ustalığı mutlak kabul gören oyunlardan biri. Peter Weiss'ın (1916-1982) 1964'te kaleme aldığı metin, yalnız kendinden önceki tiyatro birikimini kullanmakla kalmaz, her iyi metin gibi, kendinden sonraki teyatral biçim ve teknikleri de içselleştirerek gücünü ortaya koyar. Sadece yazıldığı döneme seslenerek söyleyeceklerini noktalayan bir oyun değildir Marat/Sade. En son, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yapımı olarak izlediğimde de tanık oldum ki, yaşamın temel karşıtlık ve çatışmaları sürdükçe kendi yaşam alanını zenginleştirerek sürdürecek olan bir oyundur. Kuramsal bağlamda epik, absürt, didaktik öğeleri bir araya getirir; belgesel tiyatro ve vahşet tiyatrosu tekniklerini kullanır, sayfalara sıkışıp kalmaktansa sahnede anlamını bulan total tiyatronun önemli bir örneğini simgeler.

Ulrich Peter Weiss, bugün en önemli Alman yazarlardan biri olarak kabul edilmekte. Roman ve oyun türlerinde verdiği yapıtlarıyla ezilen toplumların yanında yer alan yazar, çağdaş dünyanın vahşetini, bireyin kendisine ve dünyaya yabancılaşmasını, uyumsuzluğunu, acısını ve utanç verici emperyalizmini eleştirmiş, tartışmıştır. Oyunlarında, iki karşıt tezin, iki farklı tavrın savaşımı izlenir. Marat/Sade, bu içeriğin göz alıcı bir biçime dönüşmüşüdür desem yeridir. Belgesel tiyatronun önemli yapıtlarından sayılan oyun, sadece düşünsel derinliği ile değil şarkı, dans, oyun gibi renkli öğelerin bütünleştiği biçimsel ustalık ve zenginlik ile de seçkinleşir.

Marat/Sade, Marquis de Sade'ın (1740-1814), Charenton Akıl Hastanesi'nde yazdığı bir oyunun 18 Temmuz 1808’de sahnelenmesi üzerine temellenmekte. Sade yazdığı oyunda, Fransız Devrimi'nin “kanlı” liderlerinden Jean-Paul Marat'nın (1743–1793) öldürülüşünü konu almıştır. Oyun, hastanenin sahibi (başhekimi) Coulmier ailesi ve davetliler huzurunda, hastanenin “modern ve insan haklarına saygılı” ortamında sunulacaktır. Sade, Marat'nın öldürülüş anına kadar devrim sonrası Fransası’nda yaşananları kısa episodlarla renkli biçimde kaleme almıştır. Charlotte Corday, Marat’nın kapısına üç kez gelecek, sonunda, küvetinde hapis Marat'yı göğsünde sakladığı hançerle öldürecektir. Sade, hareketli bölümler arasında Marat ile söyleşir, kendi düşünceleriyle Marat'nın düşünceleri karşı karşıya gelip bir anlamda çarpışır.

Orospulardan siyasi mahkûmlara, alkoliklerden aklını kaçırmış din adamlarına, Sade gibi aristokratlara kadar çeşitli toplumsal sınıflardan hastaların oluşturduğu oyuncular, kendilerine ezberletilen sözleri ve öğretilen hareketleri hastabakıcılar, hemşireler ve rahibeler yardımıyla ellerinden geldiğince yanılmamaya çalışarak sergileyeceklerdir. Ne var ki oyuncu/hastaların zaman zaman kontrolden çıkması, istenmeyen sloganlar atmaları Coulmier'yi sinirlendirecektir. Bu tür taşkınlıklar, doğaldır ki hastane görevlileri tarafından “orantısız güç” kullanılarak bastırılır. Devrimin amacına ulaşmadığını düşünen ve yöneticileri suçlayan Marat, halk tarafından desteklenen, umut bağlanan, mücadelesini, yakalandığı deri hastalığı nedeniyle mahkûm olduğu küvetinin içinde sürdüren bir liderdir. Sade ise, devrim ideallerini savunan ve toplumsal var oluşa inanan Marat'nın karşısına, bireyi yücelten ve bireyin var oluşuna inanan düşünceyi, kendisini koymuştur. Oyun, bu iki karşıt tezin tartışıldığı, devrimin geldiği noktanın sorgulandığı, halkın karşılanmamış beklentilerinin dile getirildiği, farklı kanallara yönlendirilen inancın ve bu inancın boşa çıkmasının irdelendiği episodlarla gelişir. Oyunun sonunda hastalar, bilinçli ya da bilinçsiz olarak metnin büyüsüne kapılır ve bu metnin hesaplı ya da hesapsız yönlendirmesiyle dizginlenemez biçimde isyana yönelirler.

Hal böyleyken şimdi gelelim oyunun İstanbul’daki son yapımına. Murat Özdemir’in, genelde aydınlatma ve renklendirme amaçlı kullandığı, yanılsama ve duygulanıma asla geçit vermeyen ışık tasarımı iyi. Çiğdem Erken’in müzik direktörlüğü, Richard Peaslee’nin müziği ile Murat Coşkuner’in kimi gizemli, kimi duyarlı, kimi duygusal dizelerini örtüştürüyor. Yasemin Gezgin, hareketleri belli adım ve kalıplara bölerek müziğin ve duyguların yardımıyla parçadan bütüne bir koreografik olgu yaratmak istemiş, ama açık yüreklilikle söylüyorum, Murat Coşkuner (Cucurucu), (özellikle) Yeşim Koçak (Coquette), Ozan Gözel (Polpoch) ve Aslıhan Kandemir (Rossignol) olmasaymış bu isteğinin kenarından dahi geçemeyecekmiş. Yani, koreografi çok sıradan… Tomris Kuzu’nun giysileri iyi, iyi olmasına iyi de, Marat küvete uzun gömlek ile girebilir mi ayol! Sürekli kaşınıyor, cildine el sürdürmüyor, her tarafı kanıyor, ama gömlek giyiyor! Oysa oyun kitapçığının kapağına alınan Jacques-Louis David’ın “Marat’nın Ölümü” tablosunda da ifadesini bulduğu gibi Marat küvette çıplak yatıyor. O halde?

Cengiz Tuncer’in çevirisi hayli özensiz. “İhtilal-devrim”, “neden-sebep”, “akıl-bilinç” gibi anlamdaş sözcükler çeviri metninde kol geziyor. Barış Dinçel’in sahne tasarımı görkemli, ama “matluba” uygun değil! Giyotin, pisuarlar, klozetler, küvetler, borular, vanalar ve bir de akvaryum… Peter Weiss'ın oluşturduğu metinsel gerçeklikten gelen, ikili (giderek bireşimci) yapıyı iplememiş Barış Dinçel. Mekânı kurarken epik-yanılsamacı karşıtlığından yola çıkmamış. Yitirilmiş mekânsal tümlük, parçalanmış sahne-seyirci ilişkisi böyle mi verilir, ben “hayır” diyorum! Barış Dinçel, epik-yanılsamacı karşıtlığını sahnenin içinde oluşturduğu mekânsal parçalanma ile ne yazık ki gerçekleştirememiş.

Yönetmen Ragıp Yavuz, metni oyun-iç oyun ilişkisinden yola çıkarak iki ayrı yorumla ele almamış. Epik yorumu oyunun tümüne götürebilir ya da iç oyun dışında sonuna dek yanılsamacı bir yorumla, iç oyunun epik niteliğini vurgulayabilirdi. Böylece epik-dramatik karşıtlığı yapıyı kuran temel düzen bağıntısı oluşturabilirdi. Oyunun yapısının temel belirleyicisi, iç oyunun epik yapısını oluşturabilirdi.
Olmamış!

Mekânsal ayrım, oyunun yorumunda da sonuna dek vardırılabilecek bir karşıtlığa olanak verebilir, iç eylemin yoğunlaştığı, yanılsamacı bir oyunla deliliğin çizildiği Grotowskivari bir yoruma varılabilirdi. Alt sahnede ise, kitle devinimleriyle dış eylemin yoğunlaşması ve yabancılaştırılmış bilincin belirlediği epik oyun sürer gider; temel ideolojik karşıtlıklar daha vurucu biçimde gözler önüne serilir, birey-toplum tartışmasına Marksist bir açıdan, eleştirel gözle yaklaşılabilirdi. Özgürlük ve gerçek demokrasi ideallerinin birleştiği toplum özlemi ile bireyin eritilmesine karşı çıkılması çelişkisi yumağı tartışmaya açılabilirdi.
Olmamış!

Oysa Marat/Sade, tarihten yararlanmada iki yönlü olarak açımlanıyor. İlki, Weiss'ın metninde adı geçen oyun kişileri (Marquies de Sade, Jean-Paul Marat, Simonne Evrard, Charlotte Corday, Jacques Roux, Duperret, Couilmier) ve olayların, tarihsel gerçeklik taşıması. İkincisi, tarihsel eleştirinin, daha açık bir deyişle Fransız Devrimi'nin eleştirisinin dört farklı perspektifle sunulması... Bunlar, 1793'te Marat'nın öldürülüşündeki Jacoben (Fransa’da Robespier’in başını çektiği, zamanına göre ilerici fikir sahiplerinin her birine verilen ad. Siz ona İkinci Cumhuriyetçiler de diyebilirsiniz) terörünün etkileri; 1808'in tutucu Napolyon dönemi ve baskıları; Weiss'ın oyunu kaleme aldığı altmışlı yıllar ve son olarak da bugün. Bu açıdan da karşımızdaki oyun, çağdaş düşüncenin eleştiren, sorgulayan, irdeleyen damarlarına yöneliyor, ama bütün bunlar oyunda yakalanmıyor. Bu nedenlerledir ki, oyun yoğun bir düşünsel temele dayanmasına karşın didaktizmden uzak kalamıyor.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın başarılı yönetmeni Ragıp Yavuz bu kez oyunun gözler önüne serdiği çelişkileri, sorduğu soruları basit yanıtlarla geçiştirmek yerine seyirciye sordurmak başarısını gösteremiyor. Oyuncu seçiminde de, final seçiminde de yanılıyor Ragıp Yavuz. Finali Coulmier'nin beklentilerinin tamamen dışında geliştirmiyor. Çığırından çıkmış, deliye dönmüş bir toplumun hesapsız gücüne, ölçüsüz dehşetine bir gönderme yapmaktan nedense kaçınıyor. “Marat, sana sığınıyoruz./Hak isteriz,/işte kellemiz./Gel ey ihtilalim sen,/şimdi” şarkısıyla da tuz-biber ekmiyor. Ya ne yapıyor? Oyun boyunca arkada salıncakta sallanarak rol çalan genç hastayı öne çıkarıyor, genç hasta elindeki müzik kutusunun kolunu çeviriyor, salona müzik tınıları yayılıyor.

Sonracığıma, Sade’ın repliklerinden ve Marat’nın günümüze ulaşan görsellerinden (tablolar) anlayabildiğimiz kadarıyla Marat zayıf, sağlıksız bir adam. Yıldırım Fikret Urağ’ın (maşallah) sağlıklı vücudu Marat karakterini hiç de inandırıcı kılmıyor. Sonra Allah aşkınıza, Marat acaba neden ikide bir sudan/küvetten dışarı çıkıyor? Aksiyon mu bu?

Oyuncular emeklerini esirgemiyor. Marquis de Sade’da Murat Garibağaoğlu, repliklerini biriktirmiş olduğu tüm içsel malzemeyle billurlaştırıyor. Özge Özder, Charlotte Corday’i fiziksel biçimlendirmesinde, karakteristik coşkular ifade etme yöntemlerini mükemmel işletiyor. Ali Mert Yavuzcan Papaz Jacques Roux’yu iyi derinleştiriyor. Cengiz Tangör’ü Duperret’ye sıvadığı incelikli seksomanyaklık için kutluyor; Çağlar Çorumlu’nun fevkalade sevimli Anlatıcı”sını alkışlarken, “episod”a “epizord” diyerek güldürü unsuru yaratacağını sanmasını eleştiriyorum. Çağrı Ö. Hün’ü Simonne Evrard’ı değerlendirmesinde fiziksel ve psikolojik yönelimleri ses çalışmasıyla başaracağına emin olarak es geçiyor, Kutay Kırkşehirlioğlu ile Radife Baltaoğlu’nun görevlerini “bihakkın” yaptıklarını söylüyorum. Yıldırım Fikret Urağ’ın oyunculuğuna sözüm yok.

Oyun şöyle ya da böyle kotarılmış, ama ben Marat/Sade’ın çok katmanlı belirleyenleriyle bugüne, Türkiye'ye, Ragıp Yavuz’un pek beğenmediğim, eleştirdiğim rejisiyle bile söyleyecek çok sözü olan bir metin olduğuna inanıyorum.
Hani Marquis de Sade oyunda: “Pişmanlık, alışkanlığın öldürdüğü geçici bir duygudur. İşlenilen tek bir cinayet, vicdanımızı sızlatabilir. Ama cinayet çoğalınca, onlarca, yüzlerce kez tekrarlanınca, vicdan susar…” diyor ya, televizyonlarımızın karşısında, çok satan gazetelerimizin sayfaları arasında hırsızlıkları, dolandırıcılıkları, işkenceleri, emniyet güçlerinin “orantısız” saldırılarını ve cinayetleri nasıl tepkisiz izlediğimizi düşünerek utanıyorum!

Toplumun ehlileştirdiği o kokuşmuş vicdanımda nefreti algılıyorum.

Marat'nın savunduğu ideallere yürekten katılıyor, ama bireyin yükselişini de savsaklamıyorum. Kaybedeceklerimiz, kazanacaklarımızdan daha çok, ama baksanıza hâlâ eylemsiziz, öylece duruyor, oturuyoruz. Marat'nın dediği gibi, hareketsiz izlemeyip müdahale etmemiz, yanlışsa düzeltmemiz, geliştirmemiz, nedenini aramamız, seçenek sunmamız gerekiyor.

"Bütün mesele, kendini saçından tutup yükseltebilmekte ve dünyaya yeni bir gözle bakabilmekte" diyor ya Marat

Ben kendimde hâlâ tutacak saç bulabiliyorum.

Size de: “Saçınız var mı”diye soruyorum.

Üstün Akmen
Evrensel


Yazarın Tüm Yazıları


Paylaş      
Yorumlar

Bu Oyun Hakkındaki Görüşlerinizi Paylaşın !

İsim
Mail  (Yayınlanmayacak)
Yorum
Güvenlik Kodu= 786
Lütfen bu kodu yandaki kutuya yazınız
 

    Son Eklenen Yazılar     En Çok Okunan Güncel Yazılar
27 MART… UMUDUNU ARAYAN BİR GÜN (Ahmet Yapar)
YOKLAMA LİSTESİ (Skeç)
    Tüm Tiyatro Yazıları

    Bu Tarihte Yayınlanan Diğer Yazılar
    Bu yazının yayınlandığı tarihte gündemdeki diğer yazılar aşağıda listelenmiştir...

  • Ahududu (Komedi Oyunu) (Saniye Demirel'in Çevirisi) - 1/10/2011
  • Salaklar Sofrası (H. Can Utku'nun çevirisi) - 1/10/2011
  • Postmodernist Kültür Üzerine Bir İnceleme (Serkan Fırtına) - 1/10/2011
  • Kenter Tiyatrosu'nda Zorla Güzellik (Metin Boran) - 1/10/2011
  • Tarlakuşu Muydu, Bülbül Müydü Jülyet? (Cüneyt İngiz) - 1/10/2011
  • Sözcükler Can Yücel'i Özler (Yurdagül Yurtseven) - 1/9/2011
  • Tiyatro Gerçek'in Yeni Oyunu: Annem Yokken Çok Güleriz (Arda Aydın) - 1/7/2011
  • Ahmet Cemal, Shakespeare ile Oyun Atölyesi Arasında ve Seyircinin Korunması (Melih Anık) - 1/7/2011
  • Tiyatro Sahnesi ya da Kuaför Lobisi (Gizem İbak) - 1/7/2011
  • Şaha kalkan Küheylan… Kocaeli Şehir Tiyatroları (İhsan Ata) - 1/7/2011
  • Üstün Akmen'den Vanya Dayı ve Marat/Sade Eleştirisi (Üstün Akmen) - 1/7/2011
  • Dışardakiler - Girne Amerikan Üniversitesi Tiyatro Kulübü (Hakan Yozcu) - 1/7/2011
  • 2. Ulusal Mardin Çocuk ve Gençlik Tiyatro Festivali Üstüne Bir Değerlendirme (Burhan Gün) - 1/7/2011
  • Engin'lere Yelken Açmış Bir Grande Dame Oya Palay (Can Murat Yaşar Şengel) - 12/31/2010
  • Öğretmenliğe Dair Bir Oyun: Ben Öğretmenken (Mustafa Acar) - 12/31/2010
  • Benim Bu Tiyatroya Borcum Var (Arda Aydın) - 12/31/2010
  • İşsizler Cennete Gider (Metin Boran) - 12/29/2010
  • 2010'un Son Gününde Vacip Olan Vicdan Muhasebesi (Üstün Akmen) - 12/29/2010
  • Cezmi Ersöz'ün Hesaplaşması: Kendi Kendine Konuşmaktır Aşk (Üstün Akmen) - 12/28/2010
  • Fenerbahçe'li Alex ve Tiyatro -Sıla-dır (Melih Anık) - 12/22/2010
  • Bana Aşkı Öğreten Şarkıcı İstanbul'dan Geçti: Peppino Di Capri (Üstün Akmen) - 12/22/2010
  • Metafor Denizinde Bir Oyun : Alemdar (Tohum ve Toprak) – İBB Şehir Tiyatroları (Melih Anık) - 12/21/2010
  • Ali H.Neyzi'nin Shakespeare Tercümelerinden Yola Çıkarak (Melih Anık) - 12/21/2010
  • Karışan insan hayatları: Bavul (İhsan Ata) - 12/21/2010
  • Nejdet Erdem'den 3 Skeç (Nejdet Erdem) - 12/19/2010
  • İstanbul Devlet Tiyatrosu – Üsküdar Tekel Sahnesi'nde Bir Ötekileşme Tragetyası; Baştan Çıkarma (Savaş Aykılıç) - 12/19/2010
  • -Kelimelerin Efendisi- LaBute'dan Zorla Güzellik - Kent Oyuncuları (Melih Anık) - 12/16/2010
  • Savaşlar Ölüler Gömülünce Kazanılırın Oyunu: Ölüleri Gömün (Üstün Akmen) - 12/16/2010
  • Düşüşen Maskeler (Nejdet Erdem) - 12/16/2010
  • Tiyatro Ayna'dan Bir Kadirşinaslık Örneği: Türkan Işık Yolcusu (Üstün Akmen) - 12/16/2010
  • Apolitikleştik (Erkul Eğilmez) - 12/16/2010
  • Perde Açılsın mı? (Melih Anık) - 12/13/2010
  • Hangisi Karısı (Cüneyt İngiz) - 12/13/2010
  • Ustalardan Bir Tangoya Ne Dersiniz?: Temiz Ev (Can Murat Yaşar Şengel) - 12/13/2010
  • Dünyanın Ortasında Bir Yer (Duygu Tekin) - 12/12/2010
  • Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin… (Yurdagül Yurtseven) - 12/12/2010
  • İstanbul'da Tragedyanın Başına Gelen Tragedya: Bakhalar (Üstün Akmen) - 12/12/2010
  • Aldatan kim? (İhsan Ata) - 12/12/2010
  • Önce İnsan Önce Tiyatro (İlkay Sevgi) - 12/12/2010
  • Dünyanın Suyu Çıkmış (Skeç) (Yunus Emre Akgünler) - 12/8/2010
  • Dünyanın Suyu Çıkmış (Skeç) (Yunus Emre Akgünler) - 12/8/2010


  • Tiyatro Kursu Başlıyor!
    12 Şubat'tan itibaren her PAZARTESİ Kadıköy'de!
    Çalışanlara yönelik hobi sınıfı!



    Duyuru Panosu!



    Son Eklenen Tiyatro Oyunları

         Güncel Yazılar

    Yazar olmak ister misiniz?
    Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...

    Mail Listemize Üye Olun

         Güncel Haberler
    Tiyatro Maydanoz, Nazım’ın Kadınları ile Sahnede
    Tekin Deniz: Dümbüllü kavuğunu kimseye devretmedi

    Tiyatro Dünyası'nı takip Edin
     
     |  ..