ESRA KARATAŞ - Birgün
Sermiyan yani han soyundan gelenlerin adlarının sonuna konan ekler gibi 'han' değil. Ermenilerin adlarındaki son ek gibi 'yan'. Kendisi böyle tarif ediyor. Ermeni olduğu sonucu çıkarılmasın, soyadından anlaşıldığı üzere Midyath. Kimya okumuşjakat tiyatro üzerinden ifade edebilmiş kendini. Olgunluk dönemine girdiğini hisseden Sermiyan Midyat derdini tiyatro ile dile getiriyor.
TV'ye yazdığı senaryoların yanı sıra iki jtlm senaryosu da çekilmek üzere bekliyor. Hem oyunculuk hem senaristlik ve htm de yönetmenlik yapan Midyat herkesi heyecanlandıracak bir projeye imza atmış olacak ki neredeyse tüm usta oyunculardan destek almış.
'9 Ay Son Gün' adlı oyunu seslendirenler arasında Sumru Yavrucuk, Zuhal Olcay, Bülent Emin Yarar, Altan Erkekli, Ferhan Şensoy uar. Bir ay gibi bir sürede sahneye konan, tek mekânda 2 perde oynanan oyun canlılığından hiçbir şey kaybetmeden izlettiriyor kendini. Sermiyan Midyat, Emel Çölgeçen, Erdem Akakçe ve İsmail Hacıoğlu'nun aynı sahneyi paylaştıkları 'g Ay Son Gün' bu toprakların içinden geliyor.
Oyunbozan sizin kurduğunuz ilk tiyatro grubunuz. Hangi hedefle yola çıktınız?
Aslında öyle bir hedef amaç yok. Çocukluktan gelen bir düşün gerçekleştirilme hali bu. Hayata karşı empati kurabilen insansanız, dertlenebiliyorsanız, güle-biliyorsanız, ağlayabiliyor, öfkelenebili-yorsanız bunu aktarma ihtiyacı istiyor insan. Duygu boşalması yaşıyor. Bunun için kimi politika yapıyor, kimi savaşıyor, kimi şarkı söylüyor, kimi yazarlığıy-la, oyunculuğuyla yapıyor. Ben tiyatroyla aktarmaya çalışıyorum. Mesleğim benim aracım. Amacım düşündüklerimi hayata söyleyebilmek ve bunu çoğullaş-tırabilmek.
9 ay son gün ilk tiyatro oyununu ve ilk yönetmenlik deneyiminiz sanırım...
Bu benim ilk tiyatro grubum, ilk tiyatro oyunu, yönettiğim ilk tiyatro oyunu. Tiyatroyu kurma nedenlerimden biri de tiyatronun televizyon ve sinemayla karşılaştırıldığında seyirci sayısının az olması. Bu hep söylenegelen artık sıradanlaş-mış bir durum.
Bu sorun nereden kaynaklanıyor sizce?
Çok kopukluk olduğunu düşünüyorum. Televizyon, sinema alanında senaryo yazdığınız zaman çok ciddi bir karşılığı var bunun. Ben de sekiz yıl boyunca yazdım. Kendimi bir yıl boyunca tiyatro oyunu yazabileceğim konusunda ikna etmeye çalıştım. Gerçekten çok zor iş. Dizi yazdığınızda sahne sıkıcıy-sa kesip diğer sahneye geçebiliyorsunuz. Fakat tiyatroda 'dört duvar arasında', 1-1,5 saat boyunca ilgiyi canlı tutmak zorundasınız. Bu da tekstin önemini çok arttırıyor.
Hep çeviri oyunlar tercih ediliyor, konular da aslında bizim topraklarımızı yansıtan şeylere denk gelmiyor...
En büyük nedenlerinden biri de bu bence. Biz Raskolnikov izliyoruz, Titus, Hamlet izliyoruz. Bunları bizim hayatımıza denk düşüremiyoruz. Onlar 'uncle' diyor biz amca, dayı, görümce diye isimlendiriyoruz. Onlar numaralı caddelerde yaşıyor, biz mahallelerde yaşıyoruz. Bütün gelenekler farklı... Ağabeyimin Amerikalı bir eşi var. Bayramlarda amcamlar bize geliyor sonra biz onlara gidiyoruz. 'E geldiler ya neden tekrar gidiyorsunuz' diyor. Algılayamıyor. Dil kültürden çıkan bir şey. O lisanla yazılmış eserlerle de eğer alt yapınız çok yeterli değilse, hatta yeterli bile olsa denk düşüremiyoruz kendi hayatlarımıza. Tiyatronun çok entellektüel bir uğraş olmadığını düşünüyorum. Aksine tiyatro sokağa çok ulaşmalı. Televizyondan ve sinemadan daha çok ulaşmalı. Çünkü orada reytinginden rütüğüne kadar her-şeye dikkat etmelisiniz, tiyatrodaysa olabildiğine özgürsünüz.
Çok doğru saptamalar aslında. Tiyatro camiasında bu konuşulmuyor mu?
Çok konuşuluyor. Geçen yıl Oyun Atölyesi'nde Atinalı Timon'u oynadık. Sheaksepear'i oynadık. Shakespeare'de bile Orhan Gencebay'dan 'Şikâyetim Yaradana' dizesini söyleme cesaretini gösterdi çoğu zaman. Böyle sanat olur mu diyenler olsa bile, seyircinin algıladığı şeyler çıktı. Seyirci benim çok umurumda. Suçu sadece seyirciye atmak istemiyorum. Oyunbozan'ı da bu temel üzerinden kurmak istiyorum. Gelinmiyorsa, biz yapamıyoruzdur, bize de gelinmeyebilir. Ama biz bu suçu üzerimize almak istiyoruz. Ve bir suçla, bir düşle çıktık yola... Bizi alıp sahneye koyan da buluştuğumuz öfke...
Neye öfke?
Hayata öfkelenebilmek. Öfkelenmeyi becerebilmek önemli. Haksızlığa dair öfkelenebilmek akabinde sevgi ve barışı getirebilir. Horowitz'in 'Ermişler ve Günahkârlar'in da derki Hiüer de resim yapmak istemişti ama onu almadılar gitti Yahudileri katletti. Resim yapsa öfkesi belki başka yerlere akacaktı. Bu ressamlık ilginç bak bizde de bunun örneği var...
Oyunda bir cenin içinde dört sperm var. Bu dört karakter birbirinden oldukça farklı karakterler. Nereden esinlendiniz?
1974 doğumluyum. Babam siyasi tutuklu olarak tutuklandı. 1,5 yıl ceza aldı. Babamın gerçekliğiyle büyüdüm bu zamana kadar. Oradaki karakterlerde alegorik karakterler, tiplemeye yakın karakterler. 27 yılın bir irini bu. Bunlarla büyüdük. Dört karakterlerden biri liberal özel ve Özal bir sperm, diğeri Marksist ve feminist diye algılıyoruz. Ama oyuna Marksist başlayıp Deniz Baykal'laşarak bitiriyor. Bir tanesi Muhafazakâr, ılımlı islam azınlıktan çıkıyor ve çoğunluk oluyor, ılımlı islam oluyor, sonrada Nâzım Hikmet'ten şiir okuyarak bitiriyor.
Bir diğeri de eşcinsel bir sperm. Azınlıklara, azınlık felsefesinin altyapısında kurulan bir karakter. Azınlıklar eşcinseldir anlaşılmasın buradan. Liberal de bazen sol söylemi kullanıyor. Solcu da bazen sağ karakter gibi konuşuyor. Bu dünyada ne çok şey eşzamanlı oluyor. Bütün oyunun trajedisi ve komedisinin de eşzamanlı olması tam da bu yüzden arzuladığım bir şeydi.
Birileri azınlıklardı. Çok değil 10 yıl önce. Başkalarının hataları yüzünden çoğunluk oldular şimdi bizi yönetiyorlar. Diğerleri biz sol tarafız dediler hiç öyle davranmadılar. Oyundaki dört sperm bunlara dair.
İşin içinde bir de canlı bomba var. Bu nereden geldi aklınıza?
Üzerine bir yıldır okuduğum, ilgimi çeken bir konuydu. Bugüne kadar 500'ün üzerinde canlı bomba saldırısı olmuş.
Bu eylemlerde kadın çok kullanılıyor. İşin en ilginç tarafı da canlı bomba kendini de ortama girdiği herkesi de yok etmek üzerine kurulu bir eylem ve kadın aynı zamanda hayatı devam ettiren tek varlık. Canlı bomba eylemcilerinin bir çoğu 'biz tanrıdan başka kimseye karşı bir sorumluluk hissetmiyoruz, o yüzden bu kadar cesaretliyiz. Ülkelere, politikalara hukuka hiçbir şeye karşı sorumluluk hissetmiyoruz' diyorlar. Onlara bir cennet vadediliyor. Onlar da 'biz buna karşı sorumluyuz' diyorlar.
Barış sağlamak için aynı zaman masum insanları da öldürebiliyorsunuz.
Bir kadın için düşündüğünüzde birilerini yok etmek için hareket ediyor. Ama içinde can taşıyor. Aslında varedebilir. Oyunun asıl çelişkisini anlatan diyalog anneyle doktor arasında olan diyalog.
Anne diyor ki: benden sonraki nesil için ve dahası barış için ölebilmek benim için onurdur. Doktor 'hamilesiniz' diyor. Yani 'gelecek nesil' aslında içinde. Senaryo matematiği açısından baktığınızda oyunun ana hikâyesi çalışmaya başlıyor. Çünkü ana rahminde dört sperm çok komik olabilir, onu hikâyeye dönüştüremezseniz patanaj yapmaya başlayabilirsiniz. Patlayacak mı patlamayacak mı? Bu hikâyeyi canlı tutuyor.
2. perde de bu dört ceninden biri ölecek. Hangisi ölecek sorusu canlılığı sağlıyor.
Evet. Patlayacaklarını öğrendiklerini anda hep birlikte hareket ediyorlar. Ama işler değişiyor ve herkes kendini düşünüyor. İnsanın dönüşümü başlıyor. Kardeş bile olsa kimse kimsenin umurunda değil.
Ceninleri çevreleyen ana rahmi bana bizi çevreleyen dünyayı hatırlattı. Farklılıklarımızla birlikte yaşayabiliriz belki ama bizim dışımızda bir sürü etken var, politikalar var, savaşlar var ülkeler var...
Metaforik olarak böyle bakabiliriz. Ve bunların sorumlusu da biziz. Kimse dünyada olup bitten şeylerden kendini sorumsuz hissetmesin. Biri savaşıyor, biri sevişiyor. Biz buradan belki çok eğlenirken belki Quatemala'da bir kafa kesiliyor. Bütün o eşzamanlılığı alttaki bizim izlediğimiz dört sperm ve üstteki büyük trajedinin eşzamanlı oluşu.
Oyununuz herkesi çok heyecanlandırmış olmalı. Herkes size destek vermiş.
Şanslı bir tiyatro hayatım oldu belki. Hepsi zaman zaman çalıştığım ustala-rımdı. Zuhal Olcay, Sumru Yavrucuk, Altan Erkekli, Bülent Emin Yarar, Murat İleri, Ferhan Şensoy hepsi ikiletmeksi-zin derhal destek verdiler.
Siz kendinizi bu dört karakterden hangisine yakın görüyorsunuz?
Hem hepsine, hem hiçbirine. Dört karakterin de çok haklı olduğu yanlar var.
Başka proje var mı?
İki film projem var senaryolarını yazdığım. Birini sanırım önümüzdeki yaz bir başka yönetmenle ortak çekeceğiz.
Peki son olarak seyirci neden gelmeli sizce bu oyuna?
Seyircinin yakalamasını arzuladığım ve bir parça öngörebildiğim duygu şu. Onları çok eğlendirecek, güldürecek. Ama şunu da söyleyebilecekler. Sadece gülmedik. Seyirciye şu vaadde bulunabilirim. Bu oyunu anlayacaklar. Anlayabilecekleri bir dil üzerinden birşey izleyecekler.
Tiyatroyu sevmem pek ben ama bu oyunu sevdim...
İşte tam bu. Ne güzel bir konu açtın. O kadar fazla ki; tiyatroyu sevmeyen arkaik bulan, snop bulan ilkel bulan... Düşlediğim tiyatroyu sevmeyen kitlenin tiyatroya gelmesi.
* * *
Ceza öfkesinden ödün vermiyor
Metni yazarken Ceza'nın müziğini düşünmüşsünüz. Ceza'nın sokak dili ve öfkesi miydi sizi buluşturan?
Hiç tanımıyordum. Yapmayı düşlediğim tiyatronun müzikteki karşılığı diye özetleyebilirim. Çünkü çok hayata karşı müzik yapıyor. Bunu yaparken, popüler olduğunu unutmuyor. Ne kalitesinden ödün veriyor ne derdinden öfkesinden. Teksti görmeden kabul etmezmiş projeleri. Menejeri aracılığıyla teksti gönderdim. 'Beğendim' diyerek kendi döndü bana. Sonra hep birebir kontakt kurduk. Çok sevdik birbirimizi.
Ceza'yı dinler miydiniz daha önce?
Son altı aydır keşfettim ben onu. Çok geç fark etmişim. Ama hip-hop milliyetçilik içeren propagandalarla başlıyordu. Ceza bunu kıran bir çocuk. Hiphopta siyahilerin yaptığı bir müzik aslında.
Fakat caz da durumunu kabul etme, kendi derdine yanma, acı çekme daha ağlak bir durum var.
Evet. Aynen öyle. Caz da blues da daha uzlaşmacı. Aralarında sertlik açısından en serti Hip-Hop. Sokakların dilini haykırıyor adam.