| Tiyatro Kursu | Şirket Tiyatrosu | | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
| Ana Sayfa | Hakkımızda | Yazılar | Haberler | Yazarlar | Tiyatro Oyunları | Tiyatro Grupları | Sanatçılar | Kaynak | Duyuru Panosu | | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
Gaziantep Tiyatrosu'nda Cahit Saraç'lı yıllar (Fevzi Günenç) (4/11/2009)
Ankaralı yaşamımda Batı
Sitesinde otururdum. Yıl 1982… Şimdiye dek oturduğum evlerden en sevdiğim evdi.
Yaşadığımız evleri yalnızca konforlu, kullanışlı olduğu için sevmeyiz.
Evler, komşuları güzel
olduğu için seviliyor asıl. Batı Sitesindeki evimi ressamların, tiyatrocuların,
yönetmenlerin evleri kuşatmıştı, o yüzden sevmiştim.
Bahçemize bakan karşı
evde Devlet Tiyatrosundan İstemi Betil otururdu. İlk eşi ressam Tunc Ay’dı. İkisi de akşamcıydı. Akşamcı olmayan var
mıydı ki zaten orada? Bitişiğimdeki ev yine devlet Tiyatrosu oyuncularından
Yıldıral Akıncı’nın eviydi. Sıkça buluştuğumuz
dostlardan biri de Cahit Saraç’tı. Eşi Saadet’i alıp sık sık bize gelirdi. Her
seferinde elinde dolu bir file olurdu. Filenin içinde muhakkak meyvelerin
arasına saklanış bir 70’lik bir rakı bulunurdu. Tiyatrocu komşular
benim evde bir araya gelirdi Cahit’in her gelişinde. O yıllarda TRT’de
seslendirme Yönetmenliği yapıyordu Cahit. Lakabı “Baba” idi. Gerçekten bir aile
gibiydiler. İstemi ile Yıldıral da onun olmazsa olmaz
seslendiricilerindendi. “Karagözüm Yıktın Yine
Perdeyi” oyunumu o yıllarda yazmıştım. Amacım Karagöz’ü perdeden sahneye
indirmekti. Tiyatrocu dostlarım pek benimsemişti bu düşüncemi. Yazma konusunda
gereksinme duyduğum yazılı metinler bulmakta yarışmışlardı sanki.
Karagözün kısa tarihin,
anlattığım, başlıca tiplerini tanımladığım bu oyunu Devlet Tiyatrosuna
göndermiştim. Kabul görüp Altındağ sahnesinde
oynanmıştı. Cahit de bir süre önce
aynı tiyatroda yönetici olarak çalışmıştı. Gaziantep Şehir Tiyatrosu kapatılıp
da açıkta kalınca başkente göçen arkadaşım Altındağ sahnesinde hem Müdür hem
yönetmen olarak görev üstlenmişti. Cahit bu, sahneye çıkmadan edebilir mi?
Elbette ki aynı zamanda oyunculuk da yapmıştı
orada. Hani tiyatrocular için
“mektepli-alaylı” deyimi vardır ya, Cahit bu sınıflamaya girmeyen tek tiyatrocu
olmalıydı. Çocukluğundan itibaren hem kendini yetiştirmiş, hem de okulunda
okumuştu bu işin. KARAGÖZCÜ HAYALİ CAHİT
ÇOCUK Yıl 1946 Cahit Saraç 7
yaşında. Karagöz oynatıcısı Hayali Cahit Çocuk, evde büyüklerin
olmadığı zamanlarda kız kardeşi Eser ile birlikte mahallenin bütün çocuklarını
toplayıp gösteriye hazırlanır. Eser’ in kestiği
biletlerle numaralı alçak kürsülerdeki yerlerine yerleşen
mahallenin çocuklarına gösteriden önce bir ön konuşma yapar bizim Küçük
Hayali. Avluda hamam olarak
kullandıkları yerin camlı penceresinden yapılacaktır gösteri. İçeride uygun
ışıklar vardır. Vurulduğunda sesler çıkartan büyük bakır banyo kazandan efekt
olarak faydalanılır. Karagöz oynatıcısı
Hayali Cahit Çocuk kartondan kestiği, alaca bulaca boyadığı karagöz tiplerini
ustaca hareket ettirir. Bunları gülünç sözlerle konuşturur. Çocukların attıkları
kahkahalar onu mutlu etmeye yeter. 10 YAŞINDA DEDE OLUP
SOKAK TİYATROSU YAPTI Ben Cahit’in tiyatroya 12-13 yaşlarındayken tanığı olduğum
provalarla başladığını sanırdım. Meğer o, tiyatroya 9-10 yaşlarındayken
başlamış. Bunu şu günlerde açtığı, http://sarac.cahit.googlepages.com
adresli sitesinden öğreniyorum. Daha fazlasını bilmek isterseniz bu siteyi
gezmelisiniz. Arkadaşımın bu siteden öğrendiğim en çocukluk yıllarındaki
tiyatroculuğuyla ilgili bir anısını özetleyerek sizinle paylaşmak
isterim. “Güz
mevsimi yağmurlarının başladığı günlerde sokaklarda Çömçe Gelin oyunu
oynardık. Gelinin tahta iskeletini hazırlayarak yaşıtımız kızlara verirdik.
Kızlar bunu giydirir, kuşandırır, başına bir gelin başı
yakıştırırdı. Gelinin
boynuna bir Çömçe (tahta kaşık) asardık. Çömçe gelinin sağ elinden bir erkek,
sol elinden bir kız arkadaşımız tutardı. Sonra arkasındaki gurupla şen şakrak
maniler söyleyerek yürüyüp mahallemizde oturan ailelerin kapısını tek tek
çalar, isteklere başlardık. Çömçe
gelin ne ister Bir
kaşıkcık yağ ister. Çömçe
gelin ne ister Birazcık
şeker ister… Çömçe
gelin tuz ister, simit ister, salça ister. Komşular bu oyunda kendi
çocukluklarını bulur, bize istediklerimizi fazlasıyla verirdi. Biz de
topladıklarımızla bir arkadaşın evine gider orada yağlı köfte yoğurur, helva
yapardık. Yiyecekler hazırlanıp tadıldıktan sonra yeniden sokağa dökülürdük. Ben
elimde değnek, karnıma ve sırtıma birer yastık koyup, başıma bir atkı
sardıktan sonra “Dede” olur, topluluğun önünde göbek atıp coşkuyla oynayıp
zıplarken birden yere yıkılır sözüm ona ölürdüm. Karım
rolünü üslenmiş olan kız arkadaş “Nine‘’ olarak ağlar, sızlar ağıtlar söylerdi.
Sonra da hazırlanmış olan yiyeceklerden benim yani ölmüş dedenin ağzıma
birer kaşık verilirdi. Ben de yemeğin etkisiyle birdenbire dirilir, çevreme
şaşkın şaşkın bakardım. Dirildiğimi gören herkes sevinir, eller çırpıp oynardı.
Oyunun başındaki şenlik aynı şekilde devam ederdi.” 12-13 YAŞINDA OYUN
SAHNELEYEN TİYATROCU BİR ÇOCUK Onun çocukluk
yıllarındaki tiyatro uğraşının tanığıyım. Yıl kaçtı? 50’lerde filan olmalıydık.
12-13 yaşlarında çiçeği burnunda delikanlılardık. İkimiz ilk kez Halkevi’nin
karşısındaki Milli Eğitim Bakanlığı Yayınevinde karşılaşmıştık.
Vitrinde gördüğüm bir
kitabı almak için içeriye girmiştim. Başta Yunan klasikleri olmak üzere dünya
yazarlarından oyun kitapları yayınlarde Milli Eğitim Bakanlığı.
Sık sık uğrar buradan
kitaplar alır okurdum. Diyalog halinde yazılmış olan bu yapıtları okurken
tiyatro oyunu izlemekten aldığım tadı alırdım. Adı “İp” miydi yoksa İbsen’in bir
oyunu muydu o gün almak istediğim kitap tam olarak
anımsayamıyorum. Yayınevinin Müdürü
Hüseyin Gül amcaya vitrini göstererek kitabın adını söylemiştim. O da raflara
bakmış, bulamayınca vitrindekini çıkartıp bana
uzatmıştı. İlk kez orada
karşılaştığım al yanaklı, tombul çocuk araya girmişti. Sesi kırıktı.
“O kitabı ben
alacaktım…” demişti. Göz göze gelmiştik. Gülümsemiştim ona. O da gülümsemişti
ister istemez. “Bu kitabı almam şart
değil,” demiştim. “Ben başkasını da alabilirim. Bunu sen
al.” Nasıl sevinmişti! Üst
üste teşekkür etmişti. Artık arkadaştık. Yayınevinden birlikte çıktık. 50 metre
kadar ötede, Şehitler Anıtının karşısındaki Sağlık Müzesine
gitmiştik. O zamanlar müze değildi o yer. Boş bir
dükkândı. Tiyatro çalışmaları yapan delikanlılar nasılsa ele geçirmişlerdi
burayı. Bir zamanlar ben de
başka bir yeri ele geçirmiştim. İlkokul beş öğrencisiyken, Sakarya İlkokulu son
sınıftan sıra arkadaşım Servet Buyuran’la… Halkevi’ne bağlı adına
“Kaman” denilen yerdi. Komün’ün farklı söylenişi miydi acaba Kaman? Kütüphane
gibi kullanılırdı orası, DP Halkevini kapatmadan önce. Halkevi’nin şubesi gibi
bir şeydi. Halkevi kapatılınca
buranın da kapısına kata kilit vurulmuştu. Oysa ne güzel okuma yazma kursları
açılırdı erişkinler için orada. Kitap, gazete, dergi okumaya gelirdi
insanlar… Servet 12-13 yaşına
bakmadan okuduğu Sait Faik öykülerine özenir, öyküler yazardı. Tek okuru da
bendim. Yazdıklarından “Su sesi” adlı öyküsünü o kadar çok sevmiştim ki, “Neden
ben böyle güzel bir şey yazamıyorum,” diye
ağlamıştım. Bir gün elinde bir
tiyatro oyunuyla çıkagelmişti Servet. “Emiş’le Memiş”ti oyunun adı. Kendisi
yazmıştı. Bunu oynamaya karar verdik ama çalışma yapacak yer yoktu. Aklıma Kaman
geldi. Evimize yakındı. Arka sokaktaki penceresinden girmiştik. Günlerce gidip
gelip çalışmıştık o oyuna. Ustasız çıraklardık… İlkokulda da lisede de
çalışkan bir öğrenciydi arkadaşım. Ailesi “Mühendis olacaksın!” diye
sıkıştırmasaydı, sanırım iyi bir yazar olacaktı. Ailesine uydu, metalurji
mühendisi oldu. Sonradan Sağlık Müzesi
olan yerde, çocukluktan gençliğe ilk adımını atanlardan oluşan iki gurup,
tiyatro çalışırdı. Kısa zamanda hepsiyle de dost olmuştum. Gurubun birinin
başında Cahit Saraç vardı, öbürünün önderi Mustafa
Bakkaloğlu’ydu. Mustafa, güldürü türü
oyunları seviyordu. O nedenle Prof. Baha Dürder ile Haydar Ediskun ikilisinin
Özyürek yayınları arasında yayınlanan, kim bilir kaç kuşak tarafından oynanan
oyunlarını seçiyordu. Sonraları aynı yayınevi benim de bir çok kısa oyunumu
içeren 4 piyes(!) kitabımı basacaktı. Cahit, Bakkaloğlu’nun
aksine klasik oyunlara ilgi gösterirdi. Bunların ilki bir Moliere oyunu muydu
acaba? Yoksa Stainbeck’in Fareler ve İnsanlar”ı
mıydı? Bakkaloğlu, geleneksel
Türk oyunlarını yaşatmaktan yanaydı. Oynadıkları oyunlara çok şey katardı.
Örmeğin bir dişçi müşterisinin dişini çekmek için kazma, kürek, maşa, marangoz
kerpeteni, testere vb kullanarak izleyenleri gülmekten kırıp geçirirdi.
Onun ekibi, çocukluk
yıllarında birlikte yola çıktıkları arkadaşlarıyla yolları birbirinden
ayrılmadan yıllarca birlikte tiyatro yaptılar. Kimlerdi bunlar? Adları aklımda
kalanları sayabileceğim ancak: Cabir Tekin, Hüseyin
Döler, Feyzi Dişçi, Ali Emre, Ömer Eğitmen, Sabahattin Kazanaslan…
Gaziantep Şehir
Tiyatrosu ile özge tiyatrolarda, kişisel girişimleriyle ramazanlar boyunca
oynadığı oyunlarla Hüsnü Alan da orta oyunu geleneğini sürdürerek üstün
performans gösterenlerdendi. Gaziantep’imizin bu iki
tiyatro adamı, sanatlarını kentimizde değil de İstanbul’da yapsaydı, sanırım ki
İsmail Dümbüllü, Münir Özkul, Ferhan Şensoy vb önemli tiyatro adamına nasip olan
simgesel “altın kavuk” onların başında da yerini alırdı.
CAHİT SARAÇ’IN ÖZ YAŞAM
ÖYKÜSÜ Yeri gelmişken Cahit
Saraç dostumun öz yaşam öyküsünü burada araya sıkıştırmalıyım. Onunla ilgili
anılarımızı bundan sonra sürdürürüz yine. 20.8.1939’da Gaziantep’in Kale altı semtinde doğdu “Antep savunması”nda
“Telgrafhane”nin olduğu yerda açılan Şehit Şahinbey ilk okulunda okudu. Orta
okulda Milli Eğitim Bakanlığınca yayınlanan klasik tiyatro yapıtlarının yaman
izleyicilerindendi. O
yıllarda Moliere’ in Cimri; Friedrich von Schiller’in Wilhelm Tell adlı
oyunlarını sahneye koydu. Shakespeare’in Othello dramında oynadı. Daha lise
öğrencisiyken bile okul dışında tiyatro sevgisini yaygınlaştırmak için olağan
üstü çabalar gösterdi. Gaziantep Kültür Derneği Başkanı Avukat Hulusi Yetkin’in
ısrarı ile Gençlik Tiyatrosu’nu kurdu, çevre illere turneler
düzenledi. ’Gaziantep’e bir Turist geldi oyununu yazdı, sahneledi, oynadı. Büyük
beğeni ile izlenen bu oyunu futbol sahalarına kadar soktu.
Oğuzeli
Küçük Karacaviran köyünde öğretmenlik yaptığı yıl Milli Eğitim Müdürlüğünün izni
ile köy seyirlik oyunlarını tanıtıp sevdirdi. Lise
öğreniminin bir bölümünü Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesinde okudu. Bu
dönemde Eugene O’ Neill ‘ in “Araya giren garip Oyun” ile “Altın” adlı
oyunlarını sahneledi. Arkadaşlarının ısrarı üzerine kaydını Malatya lisesine aldırdı. Burada da
bir çok oyunda oynadı. Halk Eğitimde tiyatro kursları düzenledi.
Liseyi
bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi iktisat Fakültesi Gazetecilik Bölümünde
Burhan Felek ve Haldun Taner’in öğrencisi oldu. 3’üncü sömestrde İstanbul
Belediyesi Şehir Tiyatrolarının açtığı oyuncu sınavını kazandı.
Türk
tiyatrosunun büyük ustası Muhsin Ertuğrul’un teşviki ile Theater
Wissenscaft (Tiyatro İlimleri sahneye koyuculuk bölümünde okumak üzere Almanya
da Köln üniversitesine devam ederek profesör Badenhausen’ in en başarılı
öğrencileri arasına girdi. Üniversitenin de onayını alarak akşamları Köln Şehir Tiyatrosunda
çalışmalarını sürdürdü. Bu arada Almanca konuşarak Almanya’da III. Richard, Don
Carlos, Dr.Faustus gibi bir çok oyunda oynadı. 1967 de
Fernando Rojas ‘ın yazdığı Celestina adlı oyunu hazırladı. Bu oyun Doğu
Berlin’de festivalin en iyi oyunu seçildi. Aynı dönem içinde on ay İ. Polley
Teknik Film Şirketinde rejisör olarak çalıştı. 1968
yılında yurda döndü. Askerliğini K.K.K. Ordu Film Merkezinde yaptı. Burada 501
numaralı hücre adlı filmin tamamlanmasından sonra terhis olup tekrar Almanya ya
döndü. Bir süre Reji çalışmaları yaptıktan sonra asıl hizmet vermesi gerektiğini
düşündüğü Gaziantep’e döndü. Gaziantep Belediye Şehir Tiyatrosu için inşaatından başlamak üzere
çalışmalara başladı. 1971 yılında başladığı Gaziantep Belediye Şehir
Tiyatrosu Müdürlüğü boyunca sayısız oyun sahneye koydu.
Muhsin
Ertuğrul Cumhuriyet Gazetesinde onun için yazdığı yazılarda
tüm şehirlerin Gaziantep’i izlemesini salık vererek işte size’’ Bölge tiyatrosu
olarak başarılı bir örnek’’ diye övgü dolu yazılar
yazmıştı. Cahit
Saraç’ın Gaziantep Şehir Tiyatrosunda sahneye koyduğu oyunlar: Fadik Kız,
Teneke, Keşanlı Ali Destanı, Öfkeli 12 Adam, Aslan Asker Şvayk, Kerpiç Memet,
Sırça Kümes, Müfettiş(Düzenbaz), Cephede Piknik, Gözlerimi Kaparım Vazifemi
Yaparım Nafile Dünya vb… Saraç
kendi koyduğu oyunlar dışında ayın belli günlerinde değişik tiyatroları:
Kenterler, Ulvi Uraz, Devlet Tiyatroları, Meydan Sahnesi, Türk Yazarlar Birliği
Tiyatrosu gibi saygın tiyatroları davet ederek Gaziantep seyircisinin
değişik oyunlar izlemesi için olağan üstü uğraşılar
verdi. Ciddi
tiyatro geleneğini sürdürmeyi ilke edinen ve birbirinden güzel oyunlar sahneye
koyan Saraç, ilkelerine uymayan emrivakileri kabul etmeyerek üç yıl çalıştıktan
sonra istifasını verip GŞT’den ayrıldı. Saraç,
kendisine önerilen Ankara Altındağ Devlet Tiyatrosu Müdürlüğünü kabul ederek
başkente yerleşti. Burada birkaç yıl çalıştıktan sonra 1976 da girdiği Ankara
T.R.T Film Seslendirme Müdürlüğünde yıllarca “Seslendirme Yönetmeni” olarak
çalıştı. Birçok dizilere, sayısı yüzlerle anılabilecek filme imzasını
atarak 2004 yılında Emekliye ayrıldı. NAKIP SİNEMASINDA İKİ
OYUN Biz yine dönelim onun
daha çocukluk yıllarında başlayan tiyatro etkinliklerine. Cahit Saraç’la Mustafa
Bakkaloğlu’nun gurupları iki zıt kardeşti sanki. Uzun yıllar birbirlerinden
kopmadan, ayrı havalarda çalan oyunlar hazırladılar. Hazırladıkları oyunları
Dernek Başkanı Hulusi Yetkin’in gözetimiyle Kültür Derneği Gençlik Tiyatrosu
etkinlikleri olarak Nakıp Sinemasında oynadılar. Bu gösterilerin
ilkinde, en ön sırada yer alan seyircilerindendim. Oyunla ilgili broşür
şöyleydi: Oyun:
PARA DELİSİ
Yazan :
Yunus Nüzhet Onat Sahneye
Koyan : Cahit Saraç Birinci perdeyi
izledik. Bir ara Cahit elini kendi ensesinde şaplatarak hayali bir
sineği avladı, izleyenleri güldürdü. Unutuldu bu sıradan
espri. Aslında Cahit böyle esprileri banal bulur, kullanmazdı ama o gece
kimbili hangi amaçla yapmıştı bunu.
Daha güzel şeyler de yaptı oyuncular sonra.
Şimdi sıra Bakkaloğlu
gurubunun oyunundaydı. Onların oyununun adı “Berber Vakkas’tı adı. İki oyun
arasında kendilerini kutlamak için sahne arkasına koştum. Gördüğüm
manzaraya güleyim mi, ağlayayım mı şaştım. Bakkaloğlu,
Cahit’in üstüne üstüne atılıyor, yakasını tutmaya çalışıyor, bir
yandan da hayali sinek avlama sahnesıni anımsatarak, bağırıyordu.
‘Esprimi çaldın, esprimi çaldın!..’ Cahit’se gülüp gülüp
gidiyordu. Bu iki gurubun Sağlık
Müzesinden sonraki aşamaları, birlikte Sanat Sevenler Derneğini kurmalarıydı.
Sadece çiçeği burnunda delikanlıların derneği değildi bu dernek. Aralarında o
yıllarda kentimizde görev yapan Çalışma Müdürü, Çalışma Müfettişi gibi tanınmış
şairler, edebiyatçılar vardı. Dernek için kiralanan
yer, o sıralarda Kâmil Ağaya ait Gül Sazının arkasındaki bir bölümdü.
İlginç bir rastlantı, burası daha sonra Gaziantep Şehir Tiyatrosu olarak inşa
edildi. Cahit Saraç, Elvan Atay, Süleyman Kılıç gibi tiyatro aşıkları, uzun
sayılabilecek dönemler boyunca burada etkinliklerde bulundular.
Elvan Atay ile Süleyman
Kılıç dönemlerini da ayrı birer yazı konusu yapacağımdan bu iki önemli tiyatro
komutanından burada uzunca söz etmeyeceğim. PROVA PENCERESİNDEN
TÜRKİYE TV’LERİNE, SİNEMALARINA Cahit’le arkadaşları
burada oynayacakları oyunun provasını yaparken odanın penceresine oturup, onları
ilgiyle izleyen bir çocuk vardı. Kim bilir hangi hülyalar içindeydi çocuk… “Bir
çocuk rolü çıkar mı? Onu da bana verirler mi” umuduyla hiçbir çalışmayı
kaçırmazdı. Nasılsa hiçbir zaman ona göre bir rol çıkmadı. Ama yıllar sonra o
çocuk Türkiye genelinde öyle bir rol üstlendi ki, başarısı tüm ülkeyi sardı.
Kendine emek verip,
yaşıyla birlikte sinema, tiyatro tutkusu, bilgisi, becerisi de büyüyen o çocuk,
Ülkemin TRT’den gururla izlediği “Kuruluş… Cumhuriyet… dizilerinin
yönetmeni Ziya Öztan oldu. O dönemde Turgut
Özakman’ın “Güneş’te 10 Kişi” oyununu mu hazırlıyordu acaba Bakkaloğlu gurubu
da?.. Bu oyunu çok severim. Güneş adlı gazetede çalışan mesleğine saygısı,
yurduna, ulusuna sevgisi olan idealist on gazetecinin, reklam verilerini kesme
tehdidiyle gazeteyi istedikleri platforma çekmeye çalışanlarla savaşını anlatan
bir oyundu. Her iki oyundaki bütün
roller de erkeklerindi. O zamanlar bayan oyuncu bulmak zordu. Geldiğimiz bugüne
bakıyorum da mutluluk içinde gülümsemekten kendimi alamıyorum. Günümüzde
oyunlarda oynamak isteyen bayanların sayısı erkeklerinkinden fazla da onun
için. NELER GELDİ BAŞLARINA O
MARAŞ TURNESİNDE! O yıllarda bu gruplar
turneye çıkma aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Cahit’in ekibi daha gözü kara
davranıyor. En yakın il olan Maraş’tan iş bağlıyorlar.
Cahit’le
arkadaşları Para Delisi adlı oyunla Turnaya çıkmaya karar
verir. Ömer LÖK
ve yardımcısı Durdu Saydam profeyonel
müzisyen olmalarına karşın bu oyunu seslendirmek için karşılık beklemeksizin
ekibe katılmıştır. Ahmet
Bayaz, Mahmut Türkmen’le oyunun tekstlerini alarak Kahramanmaraşa hareket eder.
Orada oyunun oynanacağı sinemanın kiralanması, emniyetten izin alma, Belediye
hoparlöründen oyunun duyurusu, afişlerin dağılması gibi önemli işleri çözümler,
aynı günün akşamı da döner. Ahmet
orada Arif Erenler adında bir Öğretmen ile tanışmış. Arif aynı zamanda yerel bir
gazetede muhabir olarak çalışıyormuş. Çevreyi iyi tanıdığından bizimkilere çok
yardımcı olmuş. Ertesi
günü oyunun müzik işlerini üstlenen Ömer Lök çok samimi olduğu bir otobüs
sahibine durumu anlatmış. Hatır için benzini karşılayacak bir ücretle ekibi
Kahramanmaraş’a götürecekler. Her şey tamam. Dekorlar yüklendi herkes ilk kez
turneye çıkmanın heyecanını yaşıyor. Öykünün
gerisini Cahit’ten dinliyoruz: “Otobüsten iner inmez bizi gazeteci-öğretmen Arif Erenler karşıladı. Her
şey hazırdı. Bir an evvel salonu ve sahneyi görüp yerleşmemiz gerekiyordu. Öyle
de yaptık. Bir aksaklık olmadı. Arif kendi çevresi için aldığı
biletlerin ancak kırk tanesini satabilmişti. Karşılığını hesaplayıp gişe
işlerini üslenen ekibimizdeki Mahmut Türkmen’e hemen
ödedi. Oyunu
oynayacağımız Yıldız Sinemasının karşısında Öğretmenler Lokali var. “Birer çay
içeriz, atmosfer değişikliği de iyi gelir,” düşüncesiyle tüm ekip oraya gittik.
Sadece
bende değil, hepimizde “Bilet satışları ile durumu karşılayabilir miyiz?”
kaygısı hakim. Biz bu kaygılar içinde sinemaya dönerken bir delikanlı yanıma
yaklaştı. Benim tiyatro ekibinden olup olmadığımı sordu. Olumlu yanıt alınca
anlatmaya başladı. Tiyatroyu çok seviyormuş ama ailesi buna karşıymış. Tiyatro
Eğitimi almak ve bu mesleğe katılmak için neler yapmak gerektiğini merak
ediyormuş. Acaba kendine yardımcı olabilir miydik? Adı
Ertan’mış. Çok saygılı davranıyordu. Türkçesi o kadar akıcı, berrak oyunculuğa o
kadar yatkın bir kişiliği vardı ki, duygularımı salkıyamadım. O da tiyatroya
karşı saygısını saf niyetlerini açığa vurmakla yetiniyordu..
“Benim de
size bir yardımım olabilir mi?” diye sordu. Kapıda görevli olan Mahmut Türkmen
arkadaşın oyunda görevli oluşu ve makyaj olayını da düşünerek onu strese
sokmamak için kapıda bilet kesici olarak durabileceğini ve bu konuda yardımcı
olabileceğini söyleyince razı oldu. Oyun
başlamasına çok az kalmış. Oyuncular kendilerini fark ettirmeden gizlice perde
yanından salona bakıyorlar. Bakamayanlar birbirlerine seyirci durumunun nasıl
olduğunu soruyor. Çok güzel!.. Arkadan bir kaç sıra eksik kalmış. Olsun. Olacak
o kadarı. Yüzler gülüyor… Perde
açıldı, her şey yolunda gidiyor. Oyun
alkışlarla bitti. Hepimizde bir sevinç… Alkışlar alkışlar…perdeyi defalarca açıp
açıp kapattık. Seyirciler gitmiyor. Yerinden kalkan yok. Sonra hep birden
.”Dansöz dansöz dansöz!..” diye tempo tutulunca birbirimizin yüzüne bakıp öylece
donup kaldık. Bize Kahramanmaraş’ta canla başla yardımcı olan Öğretmen Arif’i kulise
çağırdım. “Arif bey ne istiyor bunlar? Arig
üğzgün. “Kahramanmaraş seyircisini böyle alıştırdılar, Olay çıkarabilirler. Şaka
değil… Patırtı çıkmadan ne yapabiliriz, onu
düşünelim.” Bütün
ekip şok olmuştuk. Arif hemen atıldı “Şansımızı deneyeceğiz,” dedi. “İnşallah
Müşir Bey yerindedir. Mahmut benimle gelsin” Mahmut ile birlikte telaşla çıkıp
gittiler. Aradan on dakika geçmeden Arif Kulise daldı “Tamam hallettim…”
diyordu. Yanındaki kadın mantosunu yan sahneye acele asınca, üzerindeki hazır
kostümü ile bir dansözle karşılaştık. “Müzik
hazır mı?” Müzik Şefimiz Ömer’de gözlerimiz. Ömer çaresiz, bize baktı, sonra
isteksizce müzik elemanlarını başına topladı. Arif
perdeyi yırtarcasına açıp. Seyircilere: “Huzurlarınızda Dansöz Semra!” diye takdim edip hemen tekrar içeri girdi.
Olup
bitenlerin şaşkınlığı içindeydik. Arif açıklama yapma gereği duydu. Hemen yüz
adım ötede arkadaşı Müşir’ in Pavyonu varmış. Patrona, “Başımıza böyle böyle bir
iş geldi,” diye anlatınca Müşir Bey “Telaşlanacak ne var bunda Arif” diye omzuna
elini atmış “Programı biten Semra gitsin, halletsin.” “Abi
bunlar gencecik çocuklar. Hepsi öğrenci, idealist tiyatrocular. Ücreti
karşılayamazlar,” deyince Müşir “Senden para isteyen mi var!” demiş. Arkasından
da “Tanrı belasını versin bu bizim seyircilerin!” diye homurdanmış!
Dansöz
hanım beşer dakikalık iki değişik kıvrak oyun ile programı bitirip alkışını
aldıktan sonra üzerine Mantosunu geçirip hepimize gülümseyerek çıkıp gitti. Biz
de üzerimizdeki oyun kostümlerimizi çıkarıp makyajlarımızı sildikten sonra
hesaba oturduk. Kuruş
kuruş hesap ettikten sonra eldeki paranın sadece 190 lira olduğunu gödük.
Sinemanın sahibi de yanımızda anlaştığımız ücret olarak. 175 lirasını bekliyor.
Hemen parasını veriyoruz. elde kaldı 15 lira! hepimizde bir şaşkınlık var.
Hesapta yanlışlık olmasın? Salon dolu idi. Nasıl olur?..
Tiyatro
aşkı ile dolu Ertan isimli genç geldi aklıma. Sahi neredeydi o? Kafamda
şimşekler çaktı Ancak o zaman uyandım. Dolandırılmıştık. Yapacak bir şey yoktu,
Gecenin saat biri. Gaziantep’e araba da bulunmaz o saatte. Cebimizde
otele verecek para bile yok. Arif gene bize moral veriyor: “Ayıp yahu, bizim ev
ne güne duruyor?.Haydi doğru bize gidiyoruz.” Sabah
güneşi üzerimize doğmadan uyanıyoruz. Nasıl yorulmuşuz. Daha yeni yeni fark
ediyoruz Eşyalarımızı toparlayıp Garaja gidiyoruz. Yol parasını borçlanıyoruz
Arif’e. İSTANBULU EZBERLİYORUZ
CAHİT’LE Cahit Saraç bu
serüvenden sonra sadece Lise Tiyatro kollarınca hazırlanan oyunlarda
oynayacaktır. Çocukluk, ilk gençlik yıllarının tiyatro serüvenleri sona ermiş,
yüksek okulda öğrenim görme dönemi başlamıştır. Cahit bir süre
İstanbul’da Üniversitesinde okudu O günlerde Ben
İstanbul’da öğretmenlik yapıyorum. Sık sık buluşuyoruz. İstanbul
sokaklarını ezberliyoruz. Yanımızda Cahit’in kadim arkadaşı Baha Targün
de var. Spor içim diyor ama belli ki tasarruf için her gün yürüyerek gitip
geldiği mesafeleri anlatıyor Cahit. İstanbul kazan biz
kepçe… Kâbe’yi ziyaret eder gibi, tiyatrolarını dolaşıyoruz İstanbul’un. Fatih
Tiyatrosu’ndan çıktık. Gülüşerek yürüyoruz. Yağmur yağıyor. Okumaya aldığımız
gazeteyi bölüşüyoruz. Başımıza tutup yağmurluk yapıyoruz onu.
Yağış, hamura
döndürüyor yağmurluklarımızı. Olacak gibi değil. Bir bankanın saçağı altına
sığınıyoruz. Bankanın bekçisi ne aradığımızı soruyor bize. Bir yalan atıyoruz.
Tiyatro yazarı Ahmet Kutsi Tecer’in evini aradığımızı
söylüyoruz. Yüzü ışıklanıyor
bekçinin “Ben biliyorum evi,” diyor. Canım, saf Anadolu çocuğu. Bankayı
beklemeyi bırakıp önümüze düşüyor. Bir sokak ötedeki bir eve götürüyor bizi.
Zili de kendi eliyle çalmıyor mu? “Sen git artık,
teşekkür ederiz,” diyoruz. Niyetimiz o gidince hemen tüymek. Bekçi gitmez de
gitmez. Sanki kutsal bir emaneti teslim edecek komşusu tiyatro yazarına.
Soğuk terler döküyoruz
biz. Ne diyeceğiz şimdi kapı açılırsa? Neyse ki kapı açılmıyor. Evde yok ev
sahibi. Bir kez daha teşekkür ediyoruz bekçiye. “Bugün kısmet değilmiş,”
diyoruz. “Evi öğrendik ya, biz sonra yeniden
geliriz.” Böyle yaramazlıkları
çok Cahit’in. Orta okul yıllarında iken, Lise bahçesinde kümes hayvanları
besleyen öğretmenleri Sacit beyin tavuk yumurtalarını aşırır arkadaşlarıyla.
Bununla da kalmaz bir gün tavukları da götürürler. Kendilerine zayıf not
vermesin öğretmenlerden biri, yandı! O gün muhakkak cezalanacaktır o öğretmen.
Cezası gece boyunca evinin kapısının zilinin çalınıp kaçılmasıdır. Hem de bir
kez değil, üç kez değil, beş kez… Sonunda sinirinden ağzı köpürecek, zilin
kablosunu söküp atacaktır öğretmen. İstanbul serüvenimiz
bitmiyor. Ben Çatalca’nın Hisarbeyli köyünde öğretmenlik yapıyorum. Her hafta
sonu İstanbul’dayım. Arkadaşlarla buluşuyorum. İstanbul Belediye
Konservatuarının açtığı tiyatro sınavına giriyoruz bir gün. Cahit,
arkadaşı Baha Targün, Baha’nın iki kız kardeşi, ben… Hepimiz de
kazanıyoruz nasılsa. Onlar giriyor konservatuara. Ben
vazgeçemiyorum köy öğretmenliğimden. BABASI ONU MAKİNE
MÜHENDİSİ OLSUN DİYE ALMANYA’YA YOLLADI… İstanbul’daki fakülte
yıllarından sonra yine Gaziantep’tedir Cahit. Babası Şakir Saraç’ın bir ideali
vardır. Oğlunu mühendis olarak görmek… Bunun için hiç bir fedakârlıktan
kaçınmayacaktır. Bütçesini aşsa bile onu Almanya’ya “mühendislik tahsil etsin”
diye yolcu eder. O yıllarda Şakir baba, Şıra hanında esnaftır.
Yıllarca yolunda giden
işer çağın gereği insanların artık kuru üzüm, kuru incir, sucuk, bastık, yün,
gibi ürünlerden uzaklaşmaya başlamasıyla bozulacaktır. Cahit’le zaman zaman
uğradığımız, hanın ikinci katındaki ekmek teknesini yürütme savaşından uzun
yıllar vazgeçmeyecektir Baba. Cahit, Avrupa’da dört
yıl okur. Mühendislik öğrenimi görür ama Makine mühendisliği, inşaat
mühendisliği değildir bu. Tiyatro mühendisliğidir. Avrupa dönüşü
askerliğini de yapıp baba evine dönen, baş göz edilip yurt yuva sahibi yapılan
Cahit Saraç’a artık uygun bir iş gerekmektedir. Bu iş için ya başkenti ya
İstanbul’u seçecektir. Ne var ki, kader oyna bir sürpriz hazırlamıştır.
Gaziantep dışına
giderek aileden kopmasına gerek yoktur. O yıllarda belediyenin tiyatro inşaatı
başlamıştır. Buraya uygun bir yönetici aranmaktadır. Bu iş için de Cahit Saraç
biçilmiş kaftandır. Cahit artık Gaziantep
Şehir Tiyatrosunun hem müdürü hem yönetmeni hem de oyuncusudur. Alel-acele bir
kadro oluşturur. Zamanın profesyonel oyuncularına taş çıkartan bu amatör kadroda
profesyonel olarak çalışmış tek kişi Dilaver Uyanık’tır. Dilaver’i o yıllardaki
parmak ısırtan oyunlarından anımsayamazsanız,
Zerda dizisindeki Zerda’nın babası rolünden muhakkak
anımsarsınız. Bu güzel insan,
Gaziantep Şehir Tiyatrosu dağılınca başkente giderek TRT’de seslendirmede
çalışmış, daha sonra İstanbul’a göçerek bir çok filmde önemli rollerde
oynamıştır. 1938
yılında doğan Dilaver, yakalandığı kansere yenik düşerek 27 Ağustos
2004
aramızdan ayrıldı. Gaziantep tiyatrosunun
kendisine daha çok ihtiyacı vardı. Onun da Gaziantep tiyatrosu için uzun düşleri
vardı. Gidişi bizleri acıya boğdu. Cahit Saraç döneminde
başarı gösteren öbür Şehir Tiyatrosu oyuncularını şöyle
sıralayabiliriz: Hüseyin
Demirdelen, Fatih Yücel, Güler Akarçay, Hüsnü Alan, Celal Uçar, Ali Çavaz, Necati Kürümlüoğlu, Sabiha Tokat,
Hüseyin Akkaya, Mithat Kaleoğlu. Bayan oyuncu
bulmakta zorlanılan uzun dönem hâlâ yaşanmaktadır o yıllarda da. Bu
nedenle kendi eşine veriyor bayan rollerinden birini Müdür bey. Oyun
başarı ile sürüyor. Her şey yolunda görünüyor. Bir akşam telâşla beni
arıyor Cahit. “Aman Fevzi, Gülten’i
(eşim) al, tiyatroya gel! İvedi!..” Ne olup bittiğini
anlayamadan koşuyoruz tiyatroya. Anlıyoruz ki, o gece Cahit’in
eşinin, annesiyle babasının tiyatro izleyesi tutmuş. “Bizim damat
neler yapıyor, bir görelim,” demiş olmalılar. Tutucu mu tutucu bir aile.
Kızlarının sahneye çıktığını anlasalar parçalarlar onu da,
kocasını da... Rol küçük zaten.
Ezberlenmesi gereken fazla bir şey yok. Gülten tekste bir iki göz
atıyor, hazır olduğunu söylüyor. Rastlantının bu kadarı da olmaz
artık. O gece Gülten’in annesiyle babasını da seyirciler arasında
görmez miyiz? Bu kez Gülten’de
atıyor mu şafak? Zaten Cep Tiyatrosu denememizde bir hayli papara
yemişiz onlardan... Cahit buna da çözüm buluyor. Gülten’in oynadığı
sahnede ışıklar iyice kısılıyor. Gülten yüzünü
seyirciye dönmeden oynamaya çaba gösteriyor. Neyse ki bir sorun
çıkmadı o gece. Annesiyle babası onu tanıyamadı mı, yoksa tanıdı
da hoşgörülü mü davrandılar, anlayamadık. Bir ara kayıpeder Kemal
Aldaş, kayın valideme eğilip fısıltıyla soruyor. “Bayan rolünü oynayan
kız bizim Gülten değil mi Şakire?” Suçumuza ortak oluyor
kayın validem. Ayıbımızın üstünü örtüyor. “Beee, ne Gülten’iymiş
anam… Senin gözlerin çatallamış.” “Tuhaf, ne kadar da
benziyor.”, ORALOĞLUNA DAR OLDU
GAZİANTEP ŞEHİR TİYATROSU Arada bir konuk
tiyatrolar da paylaşıyor Gaziantep Şehir Tiyatrosu sahnesini. Bunlardan biri de
Lale Oraloğlu Tiyatrosu olmuştur. İstanbullu yıllarımdan iyi tanırım
Oraloğlu’nu. Kaçırmamışımdır hiçbir oyununu. Kötü Tohum. Karanlığın İçinden,
Büyükbaba, Polyanna, Çocuklar ve Büyükler, Noktacık, Kadınlar I-ıh derse adıyla
dilimize aktarılmış olan Aristophanes'in Lysistrata’sını, Anna Frank’ın Hatıra
Defrerini kim bilir kaç kez izlemişimdir. Avuçlarımı patlatırcasına ayakta
alkışlamışımdır onu. Ne var ki Lale hanımın
Gaziantep’e gelişi amaçlıdır. Bir taşra kasabası olarak gördüğü Gaziantep’e
kapağı atıp burada maaşına bakarak rahat etmektir
niyeti. Bunu
gerçekleştirebilmek için Başkan Esat Kaya Turgay’la görüşmeler yapıp olur almış.
Oraloğlu’nun en büyük şanssızlığı Gaziantep tiyatro severlerine. Bol
baldır bacak gösterili bir Fransız bulvar skeci ile gelmiş olmasıydı.
Eğer İstanbul’daki,
sanat camiasının takdirlerin kazanan oyunlardan biriyle gelseydi, karşısında
değil, yanında olurduk. Sanatçının Gaziantep izleyicisini müstehcen
sayılabilecek bir oyun sunarak horlamasına isyan ediyoruz. Oyun gecesi,
gösteriden sonra bir açık oturum düzenliyoruz. Lale hanımı araya
alıyoruz. Lale hanım açık
oturumda çok kötü oldu. İsteğinden vazgeçti. Ertesi gün, Belediye
Başkanıyla bile vedalaşmadan ekibini alıp
gitti. Gaziantep Belediye
Şehir Tiyatrosunda hem müdürlük, hem oyun yönetmenliği yapmayı
sürdürdü Cahit Saraç. Görevinden ayılırken yaptığı jesti ben
yapamazdım doğrusu: Çocukluğundan beri
biriktirdiği 1000’i aşkın oyun ile tiyatroyla ilgili kitabını Gaziantep
Şehir Tiyatrosu’na bağışladı. Şimdi hiç birisi ortada yok o kitapların.
Keşke bağışlamasaydı da kendisinde kalsaydı...
Devlet Tiyatroları,
Cahit’in Ankara’da da oyunlar sahnelemesi için Gaziantep Belediyesinden onay
istediği yıl Gaziantep Şehir Tiyatrosu kapatıldı. Bunun üzerine Devlet
Tiyatrolarının teklifini kabul eden arkadaşımız başkente göçtü. Onun
Gaziantep’te Tiyatronun geliştirilmesi için önemli projeleri vardı. Ne yazık ki
kendisine bu fırsat tanınmadı. Kaybeden Gaziantep
oldu. Cahit, bir süre Devlet Tiyatrolarının Altındağ
Sahnesi Müdürlüğü ile yönetmenliğini yaptı. Daha sonra girdiği TRT
Seslendirme Yönetmenliğinde uzun yıllar çalıştı. Buradan emekliye
ayrıldı. Şimdi İzmir’in şirin bir tatil beldesindeki yazlık evinde anılarını yazarak, tiyatrosoz emekliliğin buruk keyfini çıkartıyor. Paylaş Tweet |
Tiyatro Kursu Başlıyor! 19 Kasım'dan itibaren her SALI Kadıköy'de! Çalışanlara yönelik hobi sınıfı! Duyuru Panosu!
Son Eklenen Tiyatro Oyunları
Güncel Yazılar
Yazar olmak ister misiniz? Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...
Güncel Haberler
Tiyatro Dünyası'nı takip Edin | .. |
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|