| Tiyatro Kursu  | Şirket Tiyatrosu
Tiyatro Dünyası
Tiyatro Dünyası Bu Sahnede...
 
Ana Sayfa  |  Hakkımızda  |  Yazılar  |  Haberler  |  Yazarlar  |  Tiyatro Oyunları  |  Tiyatro Grupları  |  Sanatçılar  |  Kaynak  |  Duyuru Panosu  |
Necdet Mahfi Ayral'ı Anarken
Pınar Öztürk




Geleneksel tiyatromuzun en meşhur simaları, Kel Hasan Efendi, Abdi, Naşîd Bey, İsmail Dümbüllü’dür. Necdet Mahfî Ayral ise, modern tiyatromuzun Hazım, Küçük Kemal ve Vasfî Rıza gibi sahne sanatkârlarının bir sonraki halkasını oluşturur. Tiyatro oyuncusu ve aktör Necdet Mahfî Ayral çok renkli bir hayata ve kişiliğe sahipti.

Türk Tiyatrosu dergisi ona ayırdığı özel bir sayısında (Ağustos 1968) yazılanlardan onun hakkında önemli şeyler öğreniyoruz. 1908’de İstanbul Paşabahçesi’nde ihtişam içinde dünyaya gelir. Sütnineler, dadılar ve lalalarla büyür. Sanatçı bir aileden gelmektedir. Babası miralaydı ama şiir de yazardı, şakı güfteleri de vardı. Annesi geleneksel musikimizin eserlerini kanun, ud ve piyano ile çalardı.



Yerebatan’daki Mekteb-i Vatan’da ilk mektebe başlar. Annesi ve babası ona ciddi bir eğitim vermek istiyorlardı. Musevî bir madmazelden Almanca dersi aldırırlar. Çocukluk arkadaşlarının çoğu da Rumdur. Rumcayı da onlardan öğrenmeye başlar. Beykoz’da Mithat Efendi Rüşdiyesine, oradan Galata’daki Avusturya Lisesine bir müddet devam ettikten sonra, 1919’da Galatasaray Lisesine karar kılar. Ancak babası öldükten iki yıl sonra (1925’te) okul ücretini ödeyemediklerinden burayı bitiremeden ayrılmak zorunda kalır. Bu yıl aynı zamanda onun tahsil hayatının noktalandığı tarihtir.

Birkaç yıl özel işlerde çalıştıktan sonra askere gider. Askerliğini bitirmesine yakın, çocukluk arkadaşı Nubar’la küçük bir boyla Afrika seyahatine çıkmaya karar verir. Annesinin ve eşi Helen’in caydırma çabalarına aldırmaz, ama ondaki tiyatro sevdası bu macera hevesine üstün gelir. 1932’de Dârülbedâyiye girer ve tiyatro hayatına başlar. Kral Lear’da soytarı, Kibarlık Budalası’nda musikî hocası, Cimri’de La Fléche, Figaro’nun Düğünü’nde Figaro rolleriyle olgun bir batılı komedyen kimliğini taşır.

Arkadaşlarından biri (Bekir Büyükarkın) onu daima güler yüzlü, alçak gönüllü ve nezâketli, geniş kültürlü, samimî ve ılık davranışlarıyla insanı ilk bakışta saran ve kendine bağlayan biri olarak tanımlıyor. Fransız kültürünü çok iyi hazmetmiştir. Bir heyecan adamıdır. Türkçeye hâkimiyetiyle gayet rahat konuşur. Okumayı sever, zengin bir kitaplığı vardır.

2004 yılında 96 yaşında hayata veda eden , ruhu hep genç kalmayı bilmiş ve tiyatro sahnesinden hiç inmemiş olan Ayral ile ölmeden kısa bir süre önce bir söyleşi yapmıştık. Bakın kendisi hakkında neler söylüyordu:

Pınar Öztürk: Kendinizden biraz bahseder misiniz?
Necdet Mahfi Ayral: İstanbul Boğaziçi’nde Paşabahçesi’nde dünyaya geldim. Soy kütüğüm de oldukça özel. Anne tarafından ceddim Sultan III. Ahmed’e dayanır. Ahmet İzzet Paşa, annemin büyükbabasıdır. Sultan Abdülmecid, o zaman Paşabahçesi denilen yeri Ahmet İzzet Bey’e hediye etmişti. Paşabahçesi büyük bir arsaydı. Büyükbabamın cevizliğiydi. Oranın adı Paşabahçe değil, Paşabahçesi’dir. Burada on iki odalı bir evde doğdum. Bu evi albay (miralay) olan babam yaptırmış. Tüm gençliğim orada geçti. Baba iyi bir mevkideydi. Sevkiyat reisiydi 4. Şubede. Babam kendisine teklif edilen rüşvetleri alsaydı bugün parasız olmazdım. Ablam Nimet Mahfî Ayral bizim Türk okullarında Fransızca öğretmeniydi. Fransız sörler lisesinden mezundu. İki oğlu oldu, biri avukat ümit İnal, diğeri Armağan Şenol. Bugün Paşabahçe’de hala babamın adını taşıyan bir sokak var: Mahfi Bey Sokağı.
Kızım Jeyan’ın (Tözüm) çok sevdiği, pek kıymetli eşi Rauf (Tözüm) Bey bir kazada öldü. Annesini de kaybettikten sonra beni evine aldı. Şayet Jeyan bana bakmasaydı emekli maaşımla kira dahi veremezdim. Şu an sizinle görüşebiliyorsam bunu temsillerde, tiyatroda, sinemada, televizyonda rollerime yardımcı olan meslektaşlarımın alâkasına, tiyatrodaki eski sanatkâr hocalarımdan öğrendiklerime, hele hele bana iltifat etmekte olan takdir eden sevgili seyircilerimiz, velinimetimiz seyircinin bana gösterdiği sıcak alaka ve takdirlere, hele hele bana canla başla bakan şehir tiyatrosu sanatkârı emekli kızım Jeyan Mahfî Tözüm ve torunum İris Tözüm’ün bana gözterdikleri en yakın alakadan dolayı ayakta durabiliyor ve şu anda kıymetli dostumla röportaj yapabiliyorum.

1919’da Galatasaray Lisesine başladım. 1923’de babam vefat etti. Mektebin senelik ücreti seksen altındı ve annemde de para yok, ödeyemedi. Ve böylece, bitirmeye iki sene kala Galatasaray Lisesini bırakmak zorunda kaldım. Kimler yoktu ki arkadaşlarımın arasında. Zamanın meşhur yüzücüsü Beykozlu Mehmet, bir dönemin başbakanı Suat Hayri Ürgüplü, Galatasaray takımının kalecisi Adil Giray, bir ara kültür bakanı olan Cihat Baban, Avrupa’ya transfer olan ilk Türk futbolcusu Mehmet Çelebi, Işın Leblebi, klüpten Zıt Kemal, Aslan Nihat ve daha pek çok isim. En iyi arkadaşlarımdan biri de Şehzade Orhan’dı. Orhan’la aynı sınıftaydık. Sürgünden seneler sonra turist olarak İstanbul’a geldi ama kendisiyle görüşemedik. Ve bir de şehzade Kerim vardı. Şehzadelerden birinin oğluydu. Alnının yukarısı biraz uzuncaydı. Biraz zor anlıyordu. Biz ona şehzade olmasına rağmen "Aptal Kerim" derdik.

Tiyatroya nasıl başladınız?
Ben askerliğimi yaparken beni 1. Fırka komutanlığı karargahına gönderdiler. Onbaşı olarak bir müddet çalıştıktan sonra birgün "paşa seni görmek istiyor" dediler. Hayretler içinde kaldım. Koskoca fırka kumandanı paşa beni görmek istesin! Odasına gittim, gayet resmi bir selamdan sonra "emriniz, paşam" dedim. Rüştü Paşa çok insan, çok iyi, çok nefis bir kumandan. Biraz da tuhaf konuşuyor. Bana dedi ki: "Necdet onbaşı, senin çalışmalarına baktım. Çok muntazam ve iyi bir çalışman var. Seni bugünden itibaren fırka karargahına fahrî çavuş tayin ettim." Bu benim için çok mühimdir. Pek çok asker arasından seçilmiştim. Askerliğimi çavuş olarak yaptım. Sonra askerlik bitti. Paşanın odasına gittim. "Paşam elinizi öpeyim, ben yarın gidiyorum" dedim. "Peki Necdet Çavuş, dışarıda senin bir işin var mı? " dedi bana. Büyüklüğünü düşündüm. İşim yoksa bana bir iş bulacak. "Var paşam, sonsuz teşekkürler" dedim. "Ama madem ki böyle bir lütufta bulunacaksınız bana lütfen zamanın belediye reisi ve İstanbul valisi muhterem Muhittin Üstündağ’a bir tavsiye mektubu lütfedin. Ben tiyatrocu olucam. " dedim. Paşa katıla katıla güldü. "Ne! Sen tiyatrocu mu olucaksın? " dedi. Bununla beraber fırkada resmi davetler olduğunda sahneye ait işleri ben hazırlardım. "İstediğin mektubu yaz imzalayayım" dedi.

Bir mektup hazırladım imzaladı ve o mektupla o valiye gittim. Kendisini vilayette bulamadım. Belediyede buldum ve mektubu verdim. Muhittin Bey bana dedi ki: "Evladım. Seni tiyatroya göndereyim ama tiyatro para vermez. Nasıl yaşarsın?" "Siz lütfen mektubu Muhsin Ertuğrul Bey’e havale edip bendenizi gönderin. Orada bir konuşma yapıp kendisiyle anlaşma yapayım dedim." Tepebaşındaki Dârülbedayi tiyatrosuna geldim. Kapıda Artist Mahmut Moralı ile karşılaştım. Onu daha evvelinden tanıyordum. Beni gördü "Hayrola Nevdet Bey?" dedi. "Muhsin Ertuğrul’a bir mektubum var validen" dedim. "Gelin sizi Muhsin Bey’e götüreyim" dedi. İçeri girdik. Tiyatronun fuayedesi. Dipte üç tane oda var. Muhasebe, vezne, müdüriyet odası. Tesadüf Muhsin Bey de fuayede salonundaydı. (Muhsin Bey oldukça ince bir sesle konuşurdu). Bana dedi ki "hayrola! Ne istiyorsunuz? Tiyatrocu mu olacaksınız? O halde gelin sizi müdür beyle tanıştırayım." Müdür bey çok yaşlı bir beydi. Adı Memduh Bey’di. Muhsin biz görüşürken çıktı tabii. Müdür bey bana tiyatronun çok güç bir iş olduğunu söyledi. "Biz evvela para veremeyiz. Bütçemizde fazla paramız yok. Bazı kimselerin kabiliyeti, bazı kimselerin sıhhati, bazılarının ise geçimi olmayabilir. Siz naparsınız bu şartlar içinde?" diye sordu bana. "Ben herşeyi kabul ediyorum" dedim. Derken Muhsin de tekrar içeri girdi. "Ne oldu?" diye sordu. Ben de "herşeyi kabul ettim efendim" dedim. Muhsin bana: "Öyleyse yarın saat 1’de provaya gel" dedi (24 Eylül 1932). Ertesi gün provaya gittim. Provalar bir hafta sürdü. Sekiz kişi benle beraber müracaat etmişti. 1 Ekimde "Yedi Köyün Zeynebi" piyesinde Tepebaşındaki aynı tiyatroda figüran olarak ayağımı sahneye attım.

İkinci piyesimde Galip Arcan ile tanıştım..Piyesi Galip Arcan hazırlıyordu. Bana rol verdiler. Gazeteci rolü.1. perdede ben sahneye, sözde üniversiteye geliyorum. Üniversitede profesör olan Galip Arcan’la röportaj yapıyorum. 2. perdede ışıklar loşlaşıyor. Seyirci salonunda biz artistlere sekiz kadar koltuk ayrıldı. Işıklar loşken biz sekiz kişi yavaşça yerlerimize oturuyoruz. Işıklar yanıyor. Profesör Galip Arcan perde önünde nutkuna başlıyor. İlk söz benim. Ayağa kalkıyorum. "Efendim, afedersiniz size birşey sorucam" derken profesör bana: "Acele etmeyin efendim, ben herşeyi anlatacağım" diyor. Oturuyorum. 2-3 dakika sonra tekrar kalkıyorum. "Efendim sormak istediğim şey…" diye söze başlıyorum. Profesör gene beni susturuyor, oturuyorum. Tam bu sırada arkamdan biri omzuma vurdu ve "otur da piyesi seyredelim" ve beni gerçek seyirci zannetti. Rolümü o kadar iyi oynuyorum…

Buna benzer ilginç hikayelerle dolu altı ay boyunca muhtelif rollerle sahneye çıkıp oynadım. Yani tiyatroya girmiş bulundum. Oyunlar 6 ay sürüyordu. 31 Martta tiyatro kapandı. Eski sanatkârlar, yani hocalarım, bir heyet halinde Anadolu’ya temsiller vermek üzere turneye çıktılar. O sırada evime biri geldi ve "Necdet, seni Muhsin Bey görmek istiyor" dedi. Muhsin beni İpekçilerin İpek Film Stüdyosunda bekliyormuş. O sene çevrilen iki filmde orada oynamıştım. Stüdyoyu biliyorum. Muhsin 2. kattaydı. Çıktım. Elinde bir senaryo, bana: "Sen dekupaj nedir biliyor musun" dedi. Ben de: "Bilmiyorum" dedim. Sayfaları çevire çevire bana dekupaj’ın ne olduğunu öğretti. "Sen bu senaryoyu al, ister burada, ister stüdyonda çalış ve bana gel" dedi. Bunu anlatmaktan maksadım, Muhsin altı ay sonra beni kendine asistan olarak seçti. Muhsin Ertuğrul ile on beş sene film çalıştım. Asistan ve yönetmen olarak. Tiyatroya girdiğimin ikici altı ayının başında beni kadroya aldı otuz lira maaşla. Daha sonra maaşımı elli lira yaptı. Ve sahne müdürü oldum. Bunlar onca gencin arasında seçerek bana yaptığı işler. Bende herhalde bir dürüstlük, çalışkanlık, kabiliyet gördü ki bana bu işleri verdi. Beni sahne direktörü yaptığında benden evvel tiyatroya gelmiş arkadaşlarım olmasına rağmen ilk başrolü bana oynattı. Muhsin Ankara’ya tayin edilene dek onunla çalıştım. Her piyesinde oynadım. Ondan sonra gelenler yine beni sahne direktörü yaptılar.

Tiyatromuzda iki-üç Beyazrus vardı. Nikola Pero adındakini hatırlıyorum. 1932’de biz tesadüfen sekiz kişi Şehir tiyatrosuna müracaat ettik. Maksadımız o tiyatroya girmek, orada aktör olmak, oynamaktı. Bu sekiz kişinin yedisi çok önemli tiyatrocular oldu. Bunların arasında erkeklerden Refik Kemal Arduman, Muammer Karaca, Kadri Ögelman, Müfit Kiper, Nejmi Oy; kadınlar arasında ise Samiye Hün. Hayatta ve çok zayıfça, çok çekingen. Hiçbir filmde oynamak istemiyor. Câhide sonku, Nezihe Becerikli ve Melahat İçli vardı. Câhide kendini satmayı iyi bilirdi. Gösterişli bir kadındı. Kabiliyetliydi. Muhsin ona verdiği rolleri kendisi çalıştırırdı. Câhide’yi rolüne yetiştirmek için.

Oynadığınız oyun ve filmler arasında sizde en çok iz bırakan hangisidir?
Elia Kazan ile "Amerika Amerika…" 1964’te bir telefon aldım. "Necdetçiğim, Elia Kazan İstanbul’da. Bir film çevirecek. Senin gibi bir aktöre ihtiyacı var, rol için. Ama rol gayet küçük, konuşması yok kabul mü?" Kabul ettim. Maksadım Elia Kazan’ı tanımak, onunla çalışmak ve bu filmde rol oynamak. Derhal "olur" dedim. Hilton otelinde oturuyordu. Gidip kendisiyle görüştüm. Aslen Kayseriliymiş, Amerika’ya göçmüş ve orada dünyanın en önemli yönetmenlerinden biri olmuştu. "Sizin ingilizceniz yok" dedi. O yüzden Rumca konuştuk. Kayserili bir Rumdu Elia. İlk olarak amcası buradan göçmüş Elia’nın. Elia da o vesileyle Amerika’ya gidiyor. "Amerika Amerika" filmini çevirmek için İstanbul’a geliyor. Gayesi amcasının gençlik hayatını filme almaktı. Yani bu ünlü film amcasının Türkiye’den Amerika’ya kaçışının öyküsü aslında. Bu kaçışın nedeni ailenin Rum olmasıymış. Elia ile Hilton’da görüşmemde bana sakalımı bırakmamı söyledi. "Bir hafta sonra rolü oynayacaksın" dedi.

Haliç’te Yemiş İskelesi var. Oraya beni çağırdılar bir hafta sonra gittim.Rolüm bir yaşlı hamalı canlandırmaktı. Bana hamal elbisesi giydirdiler. Oturdum bekliyorum. O gün bana sıra gelmedi. Ertesi gün yine sıra gelmediği için çalışamadım. Üçüncü gün nihayet. Rol icabı yaşlı bir hamalım. Sırtıma çuvalı alıyorum ve orada iskelede bekleyen sözde Amerikan vapuruna bir sözde Amerikan bayrağı çekiliyor. Sözde vapur Amerikan vapuru oldu. İskelede maluna yani büyük kayıklar var. Vapura dek bu kayıklar yanaştırılmış. Vapurla iskele arasında ve üstünde kalaslar var. Bu kalaslarla yürünüyor. Hamallar vapura çuval taşıyor Ben de onlardan biriyim. Çuvalı sırtıma aldım. Gerçek hamalların taşıdığı çuvalı taşımak istedim. Düşüyordum. O yüzden yükü azalttım. Taşıyan hamallar da Kürttü. Kalasların üzerinde yürüyorum. Rol icabı kalp hastasıyım, fenalık geçiriyorum. Bir kayığın içine düşüyorum. Ve sırtımdan çuval düşüyor. Elia Kazan’ın amcasının gençliğini oynayan delikanlı, benim düşürdüğüm çuvalı alıyor ve gizli olarak vapura gidiyor. Ve böylece Amerika’ya kaçıyor. Üç kere oynattı bu rolü bana. Elli kişi kadar bir grubu vardı Elia’nın. Asistan, kameraman, makyöz, dekoratörler… Benim oynadığım lafsız rolü alkışladılar. Demek ki ben büyük bir aktörmüşüm; alkışlandım. Elia bana "şayet daha genç olsaydın seni Amerika’ya götürürdüm" dedi.

Daha sonra Elia her sene İstanbul Hilton otelinde biraz kaldı. Turist olarak. Ben de gibip onu Hilton’da her sene ziyaret ettim. En son görüşmemizde dedim ki "Mösyö Elia. Sana bir hatıra almak istiyorum. Beni ve İstanbul’u hatırlaman için." "Ne hatırası?" dedi bana. "Hatırlaman için" dedim. Dedi ki "böyle bir hatıraya ihtiyaç yok. Sen her İstanbul’a gelişimde Hilton’da gelip beni ziyaret ediyorsun. En büyük hatıra bu işte." Filmin oynandığı gün rolümün sonunda birbirimize sarıldık. Elimdeki makarayı bir beye verdim. O bey de resmimizi çekti. Maalesef makarada film yokmuş. Bu kaçırdığım büyük bir fırsat oldu.

Pınar Öztürk


Paylaş      
Yorumlar

Bu Oyun Hakkındaki Görüşlerinizi Paylaşın !

İsim
Mail  (Yayınlanmayacak)
Yorum
Güvenlik Kodu= 196
Lütfen bu kodu yandaki kutuya yazınız
 

    Son Eklenen Yazılar     En Çok Okunan Güncel Yazılar
27 MART… UMUDUNU ARAYAN BİR GÜN (Ahmet Yapar)
YOKLAMA LİSTESİ (Skeç)
    Tüm Tiyatro Yazıları

    Bu Tarihte Yayınlanan Diğer Yazılar
    Bu yazının yayınlandığı tarihte gündemdeki diğer yazılar aşağıda listelenmiştir...

  • Meraklısı İçin Öyle Bir Hikaye - İstanbul Şehir Tiyatroları (Ayşe Müge Gerdan) - 12/5/2008
  • Kenter Tiyatrosu'nda 39 Basamak ve Türk Tiyatrosu'nda Yaratıcılık (Melih Anık) - 12/4/2008
  • Vişne Bahçesi - Bahçede Neler Oluyor (Cüneyt İngiz) - 12/4/2008
  • Babalar Gününde - Sevgi Yarışı (Çocuk Oyunu) (Fevzi Günenç) - 12/3/2008
  • Masal Bilmeyen Çocuk (Çocuk Oyunu) (Fevzi Günenç) - 12/3/2008
  • Evli Evine Evi Olmayan Nereye? (Çocuk Oyunu) (Fevzi Günenç) - 12/3/2008
  • Ben Anne İstiyorum! (Çocuk Oyunu) (Fevzi Günenç) - 12/3/2008
  • AH, GÜL O!.. (Çocuk Oyunu) (Fevzi Günenç) - 12/3/2008
  • Bebelerin Hababam Sınıfı Harfleri Öğreniyor (Çocuk Oyunu) (Fevzi Günenç) - 12/3/2008
  • Franz Kafka'nın Dönüşüm'ü (Öznur Çetin) - 12/3/2008
  • Necdet Mahfi Ayral'ı Anarken (Pınar Öztürk) - 12/3/2008
  • Kırcaali'deydim... (Üstün Akmen) - 12/3/2008
  • İstanbul Efendisi – İstanbul Şehir Tiyatroları (İsmail Can Törtop) - 12/2/2008
  • Annen Baban İşte Bunu Bilmezler (Can Doğan) - 12/2/2008
  • Türk Tiyatrosu'nun Neden Var Olamadığı Bu Yazıda Gizlidir (Adnan Tönel) - 12/1/2008
  • Albatrosun Kanatları (Melih Anık) - 12/1/2008
  • Şahane Düğün (Selçuk Soğukçay) - 11/30/2008
  • Asuman Dabak Tiyatrosu'nda Başarılı Bir Komedi: Şahane Düğün (Üstün Akmen) - 11/30/2008
  • Vasıf 70 Yaşında Zengin Mutfağı Hala İşliyor (Mehmet Esatoğlu) - 11/28/2008
  • Ankara DT Tek Kişilik Şehir ile Beykoz Sahnesi'nde (Savaş Aykılıç) - 11/28/2008
  • Pembe’nin Hikayesi (Mustafa Acar) - 11/27/2008
  • Ben Öğrenciyken veya Cindi (Mustafa Acar) - 11/27/2008
  • Demokrasi ve Aşk (Mustafa Acar) - 11/27/2008
  • Çılgın ve tehlikeli bir serüven: 39 Basamak (Rengin Uz) - 11/26/2008
  • Suçlu Yürekler - Ankara Devlet Tiyatrosu (Ahmet Olcay) - 11/26/2008
  • Third Space Uluslararası Sanat ve Barış Konferansı - 15- 19 Eylül - Viyana (İlkay Sevgi) - 11/26/2008
  • Sofrada Canavar Var - Canavar Sofrası (Cüneyt İngiz) - 11/25/2008
  • Vişne Bahçesi - İstanbul Şehir Tiyatroları (Ayşe Müge Gerdan) - 11/25/2008
  • İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda -Saatleri Ayarlama Enstitüsü- : Bir YANLIŞ Var ! (Melih Anık) - 11/24/2008
  • İstanbul'da Tanpınar Uyarlaması: Saatleri Ayarlama Enstitüsü (Üstün Akmen) - 11/23/2008
  • İletişim Çağında İletişimsizlik! - Var Mı Sın (Rengin Uz) - 11/22/2008
  • Tiyatroya Devlet Yardımı - Türk Tiyatrosu'nun Politikası (Melih Anık) - 11/21/2008
  • Albay Kuş – Tiyatro Adam (İsmail Can Törtop) - 11/20/2008
  • Burası Dot. Bir Tiyatro Mekanı (Arda Aydın) - 11/20/2008
  • Pambık Prenses (Ali Erdoğan) - 11/19/2008
  • Asiye Nasıl Kurtulur - Bursa Devlet Tiyatrosu (Ahmet Olcay) - 11/19/2008
  • Ah Be Babam, Ne Zormuş Erkek Olmak!: TESTOSTERON (Üstün Akmen) - 11/18/2008
  • Devlet Tiyatroları ölüleri gömdü mü? (Feridun Çetinkaya) - 11/18/2008
  • Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (Rengin Uz) - 11/17/2008
  • İşte Hayat Bu; İşte Tiyatro Bu - Çılgın Dünya - Van DT (Savaş Aykılıç) - 11/16/2008
  • O Güzelim Kaymaklı Dondurma Rengi Elbise (Meral Arslan) - 11/16/2008


  • Tiyatro Kursu Başlıyor!
    12 Şubat'tan itibaren her PAZARTESİ Kadıköy'de!
    Çalışanlara yönelik hobi sınıfı!



    Duyuru Panosu!



    Son Eklenen Tiyatro Oyunları

         Güncel Yazılar

    Yazar olmak ister misiniz?
    Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...

    Mail Listemize Üye Olun

         Güncel Haberler
    Tiyatro Maydanoz, Nazım’ın Kadınları ile Sahnede
    Tekin Deniz: Dümbüllü kavuğunu kimseye devretmedi

    Tiyatro Dünyası'nı takip Edin
     
     |  ..