Konya Selçuk Üniversitesi Dilek Sabancı Devlet Konservatuarı, kuruluşunun 20’nci yılını 10 üniversitenin katılımıyla gerçekleştirilen “Tiyatro Festivali” ile on gündür kutlamakta. On günün üçünde bulunabildiğim festival, Tolga Özenç Özençel’in yönetiminde sahnelenen “Mahmud ile Yezida” ile açıldı.
Festival vesilesiyle bir araya gelen oyunculuk alanında eğitim alan öğrencilerin birbirleriyle doğrudan iletişime geçişlerini, giderek kendi aralarındaki paylaşımlara; hem kendilerini tartma, hem de ufuklarını açma açısından kutsal bir amaç misyonunu sırtlayışlarına üç gün, üç gece tanıklık ettim.
Gönendim.
“MAHMUT İLE YEZİDA”
Murathan Mungan (1955), “Mezopotamya Üçlemesi” bünyesindeki “Mahmud ile Yezida”da Yezidi ve Müslüman iki köy/köylü arasına sıkışmış bir aşkla beraber “insanoğlunun birbirine ettiğini şeytanlar bile birbirine eylemez”i anlatmış. Baştan sona ağıt havasındaki oyunu Tolga Özenç Özençel yazılı metne olabildiğince sadık kalarak, gene de metin içindeki gereksiz/uzun tabloları titizlikle ayıklayarak/kırparak başarıyla yönetmiş. Anlatırken, gerçek olanla gerçek olmayan arasındaki katı ayırımları elemiş. Sahnenin özdeksel parçalarına, yeri geldiğinde sözcüklerin yerini aldırtmış. Işık tasarımında İlyas Erdurucan’ın oyuncuların sahneye ilk girişlerinde ters yönden gelen ışığın seyircinin gözüne girmesini engellemek için “spot bar”ı neden yüksek tutmadığı anlaşılamamış, ama Koreograf Banu Demir’in kaygıları, içte oluşan fırtınaları yakalamış olması pek güzel algılanmış.
OYUNCULUKLAR
Diğer taraftan, festivalde izleyebildiğim oyunların hiçbirinin basılı rol dağılım tablosuna ulaşamadım, ama Dilek Sabancı Devlet Konservatuarı oyuncularının “cast”ına el yordamıyla vardım. Buna göre, Berk Yaparel, Mahmud’da gerilimsiz, rahat bir oyun verdi, Selin Genç (Yezida)’e ise öyle inandım ki sahnede her eylemin, her devinimin bir nedeni olduğunu kısa bir süreç içinde öğrenecekti. Kemal Çatmaz (Havvas Ağa) ses kontrolüne dikkatle çalışmalı demeliydim, zaten öyle de dedim. Mustafa Diriöz (Köyün Delisi) umut veren bir tiyatrocu adayı olarak dikkatimi çekti. Neslişah Yalçınkaya Raşa Ana’da, İpek Elmas Şenol ise Eyşan Ana’da ölçülüydü, gereksiz fazla jestleri yok gibiydi. Kaymakam’ın Karısı’nda Gizem Cessur gereksiz abartılıydı. Orkun Huylu, ağırbaşlı, iyi bir Kaymakam çizmişti; yanı sıra Çağatay Eker, Cafer Alpsolay, Erman Bacak’ınsa tahtaya döktükleri ter, gerçekten “helal”di.
Orhun Üstüner, Kebik’te kontrollü bir oyun verdi. Serkan Bilgili, ses ve vücut açısından en alt ve en üst sınırı saptamayı bir an önce öğrenmeliydi. Yönetmen Jandarma Komutanı karakterini kırpmıştı, ama Karısı’nda Gülşah Bayar kısa rolünde vücudunu ve sesini uyumlu kullandı, esnekliğe mükemmelen uyum sağladı. Sadeliği ve samimiyeti içinde kalırsa, her yeni oyunda gelişeceği ve serpileceği inancını bana aşıladı. Güllüşan’da Büşra Ertürk sahnedeki dramatik anlamı ve önemi kavramasıyla, Nirvan’da Ezgi Baykal dışsal fiziksel aksiyonlara ruhsal yaşam katma becerisiyle içimi serin sularla suladı.
Oyunun sonunda Ritimcileriyle, Dansçılarıyla tümünü birden kucaklamak istedim, ama vakit olmadı.
GERGEDAN
En son 18. İstanbul Tiyatro Festivali’nde Théâtre De La Ville-Paris yapımı olarak Emmanuel Demarcy-Mota yorumundan izlediğim Eugène Ionesco (1909-1994)’nun “Rhinocéros/Gergedan”ını Hasan Anamur’un çevirisinden ve Barış Erdenk yönetimindeki Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerinden seyrettim. Barış Erdenk de Demarcy-Mota gibi sahneleme ve dramatik metni bir gösterim metni haline getirmiş, “Gergedanlar”a söylemin gösterimi olduğu kadar gösterimin söylemi halini aldırtmıştı.
Oyunun sonunda, Barış Erdenk’i (gıyabında) oyuncu yönetimindeki başarısı için de kutladım. Ama genç ve yetenekli oyuncuların Barış Erdenk’in başarısına ortak olmaları gerektiği gerçeğini de göz ardında bırakmadım. Barış Erdenk ve yaratıcı ekibi, oyuncularını yönlendirici devinduyumsal ve duygulanımsal şemayı işaret ve dayanak noktaları üzerine eklemlemişlerdi.
Barış Erdenk Konya’ya gelememişti, ama bu gençlerin tiyatroya kazandırılmalarına katkısı olan ve festival nedeniyle Konya’da bulunan diğer “yaratanlar”dan üçünü (Prof. Dr. Hülya Nutku, Prof. Dr. Murat Tuncay, Prof. Dr. Semih Çelenk) oyun sonrası “hararetle” kutladım.
Onlarsa sevinçten kaynaklanan aşırı heyecanımı yatıştırmak için benimle epey uğraştı.
“MARTI”
Çehov’un “Martı”sını ise Akdeniz Üniversitesi Antalya Devlet Konservatuarı yapımı olarak izledik. Kimin çevirisiydi bilmiyorum, ama yönetmen Süheyla Çöllü’nün oyuncunun sahnede yansıladığı karakteri özdeşlemeye başvurmaksızın vermesini istemiş olduğunu şıpınişi anladım.
Oyunculuklar gene de kötü değildi.
Eleştirilerim mi?
Buyurun!
Arkadina, “comme il faut”yu “komilfö” olarak okumasın; Nina’nın ses kontrolü iyi, biraz tonlama üzerine çalışsın; Trigorin, Nina’nın elini öperken yerlere kadar yatmasın; Dorn’un, Treplev’in, Trigorin ayakkabıları değiştirilsin; Mâşa, enfiyeyi kokain çeker gibi koklamasın; tombala torbası plastik olmasın; Andreyevna biraz sesini çalıştırsın.
Bunlar “eleştirmen amca”nın iyi niyetli görüşleri.
Aman ha!
Kimse alınmasın, darılmasın!