| Tiyatro Kursu | Şirket Tiyatrosu | | |||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
| Ana Sayfa | Hakkımızda | Yazılar | Haberler | Yazarlar | Tiyatro Oyunları | Tiyatro Grupları | Sanatçılar | Kaynak | Duyuru Panosu | | |||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
Hazal Selçuk Röportajı ADEM DURSUN SÖYLEŞİLERİ dedesi Münir Nurettin Selçuk, babaannesi Şehime Erton,
babası Timur Selçuk... ve "Armut dalının dibine düşer"e güzel bir örnek: HAZAL SELÇUK...
"Küçüklüğümden beri aile fertleri arasında sanatçı olan ailede yetişen çocuklara hep gıpta etmişimdir..."
Beş sene önce Timur Selçuk ile yapmış olduğum söyleşinin girişine böyle yazmışım.
Çünkü Timur Selçuk'un annesi Şehime Erton Türk Tiyatrosu sanatçılarından, babası Münir Nurettin Selçuk ise Türk Sanat Musikisi'nin besteci ve ses sanatçılarından idi. Bu sayımızda da yine aynı aileden genç bir sanatçımızı sizlere tanıştırmak istiyorum: Hazal Selçuk...
O, babası Timur Selçuk'tan da şanslı.
Babası Timur Selçuk Türk besteci ve orkestra yöneticisi, dedesi Münir Nurettin Selçuk, babaannesi Şehime Erton, annesi tango eğitmeni Ayşegül Betil.
Hazal Selçuk hepsinden bir şey kapmış: dans, müzik, tiyatro ve ses...
İşte tam "Armut dibine düşer"e güzel bir örnek
Hazal Selçuk 11. Diyalog Tiyatro Festivali'ne "Doğu Batı ve Bir Yağmur Damlası" adlı oyunuyla katıldı. Oyunu seyrettikten sonra kuliste kendisiyle sohbet ettim.
İsterseniz ilk önce çocukluğunuzdan başlayalım: nerede, kaç yılında doğdunuz? Babanız Timur Selçuk'un babası, yani dedeniz Münir Nurettin Selçuk'u tanıdınız mı? Ondan hatırladığınız kareler var mı?
17 ocak 1973 yılında Paris’te doğdum. 2 yaşımda İstanbul’a gelmişiz. Paris’i ancak doğduktan 20 yıl sonra tekrar gördüm. Bazen düşünürüm eğer orada büyüseydim nasıl bir insan olurdum diye... Hangi özellikler değişirdi, neler aynı kalırdı... Münir dedemin sanatsal önemini ancak 20’li yaşlarımın başında gerçekten anladım. Ben müzikle içiçe olmaya başladıkça, şarkı söylemeyi ciddiye aldıkça onun sanatsal kimliğiyle tanıştım. Onunla görüşme imkanım olmasını çok isterdim. Bize çoğunlukla yemeğe geldiğini hatırlıyorum. Annem ayva tatlısı yapardı, özel onun için. Kaymaklı ayva tatlısını çok severdi. Babamın ona çok saygı ve sevgiyle davrandığını hatırlıyorum, balkonda birlikte dedemin şarkılarını mırıldanırlardı.
Çocukluğunuzu biraz anlatır mısınız? Dedeniz, babanız ve tango eğitmeni anneniz Ayşegül Betil... Sanatçı bir ailede musikiyle içiçe büyüdünüz. Evinizde musiki toplantıları ve sohbetleri olur muydu? Daha çok hangi sanatçılar gelirdi evinize? Hatırlayabildiğiniz sanatçılar ve bunlarla anılarınız oldu mu?
Evimizde pek çok insanı ama özellikle Ümit Yaşar Oğuzcan’ı hatırlıyorum. Onun varlığı benim aklımda çok net kalmış.
Babanız Timur Selçuk ve anneniz Ayşegül Betil'den biraz bahseder misiniz? Onların sanatçılığı üzerine düşünceleriniz?
Babam kendini çocukluktan itibaren sanata adamış, annem de içindeki sanat tutkusunu yıllarla keşfetmiş. Ama ikisi de sevdikleri işi tutkuyla yapan insanlar. Bu güzel bir örnek zorluklara dayanma ve hayatta neyin önemli olduğunu tayin etme açısından. İnsanın ne iş olursa olsun, sevdiği, yapmaktan zevk aldığı işle uğraşması kendi varlığını gerçekleştirebilmesi için önemli. Bana bu yönde destek olan bir ailem oldu.
Babanızın konserlerine zaman zaman solist ve dansçı olarak katılıyorsunuz. Musiki tarafınız dedeniz ve babanızdan, dansçılığınız annenizden mi acaba? Oyunculuk yeteneğiniz babaannenizden mi? Kendisini tanıma firsatı buldunuz mu?
Solist olarak katıldığım doğru ama dansçı olarak katılan kardeşim Mercan. O, İstanbul Konservatuarı Bale Bölümü'nü bitirdi. Ben dans etmeye 10 yaşımda hobi olarak başladım. Ama sonra çok zevk aldığım ve sahne üzeri oyunculuğumu çok besleyen, bana fiziksel ve ruhsal olarak çok destek olan bir dala dönüştü. Viyana ve Boston’da yoğun olarak dans ettim. Dansçılığın profesyonel olarak sürmesi için hergün ona emek vermek lazım. Ben harekete, sese ve oyunculuğa hergün emek veriyorum. Dans etmekten çok büyük haz alırım. Dans tarafım annemden ve annemin babasından geliyor. Babamı pek dans ederken görmedim! Oyunculuk yanım babaannemden. Babaannem Dar-ül Bedai ( İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu) tiyatro sanatkarı Şehime Erton. Kendisi özellikle sanatkar denilmesini ister, sanatçı kelimesini sevmediğini söylerdi. Aynı zamanda İstanbul Belediyesi Şehir Korosu'nda hem solist hem korist dramatik sopranoymuş. Babaennemle küçüklüğümde tiyatro oyunları üretirdik. Yemek yerken, yolda yürürken. İlkokul dördüncü sınıfta masaldan uyarladığımız bir oyunu babannem bizim için yönetmişti. Babaannemi tanıma fırsatı buldum, hala da buluyorum.
Bu her iki sanat türü sizi ne zaman meşgul etmeye başladı? İlk gösteriniz ve konserinizi verdiğinizde kaç yaşında idiniz?
Şarkı söylemeyi çok sevdiğimi yuvadan hatırlıyorum. Benim inancım çocuklar hangi sanat dalına yatkın olduklarını onlara imkan verilirse zaten kendileri keşfeder ve çevreye bildirirler. İlk konserim Avusturya Lisesi Korosu'nda Fareli Köyün Kavalcısı oyununda gece bekçisinin söylediği şarkıydı. O zaman.... 11 ya da 12 yaşımdaydım. AKM Küçük Sahne'de vermiştik konseri.... Oyunculuğa 19 yaşımda başladım.
Ve aldığınız eğitim(ler) nerelerde ve ne zaman?
1998 yılında Boston Konservatuarı'nı bitirdim. Sonra da York Üniversitesi’nde yine tiyatro bölümünde yüksek lisans yaptım. 2005 yılında mezun oldum.
Aldığınız eğitimlerden bir tanesi de "Hareket Tiyatrosu". Nedir "Hareket Tiyatrosu"?
Hareket Tiyatrosu oyuncunun sözle olduğu kadar bedeniyle de derdini anlatması. Günlük hayatın dışında hareket etme biçimlerini günlük hayat gerçekliğinde, inandırıcılığında kullanması, bedensel anlatımın oyunda metin kadar belirgin olması. Hareket Tiyatrosu’nda hareket de bir iletişim ve eylem dili. Bir insanın ne anlatmak istediğini sadece seçtiği kelimelerden değil, bedeninin yolladığı mesajlardan da çıkarırız. Hareket Tiyatrosu da bedenin olanaklarından teatral çerçevede yararlanarak, oyuncunun soyut ya da somut kavramları bedeniyle iletişime geçirmesine olanak tanıyor.
Sizin bir de 1989'da Eurovision maceranız var. Bunu detaylı olarak anlatır mısınız? Beste, grup, diğer solist, eleştiriler... gibi.
Eurovision’a Arzu Ece, Sarpez Semiz ve Vedat Sakman’la katılmıştık. Bence "Bana Bana" çok çarpıcı bir şarkıydı. İnsanlar ya seviyor ya da nefret ediyordu, ortası yoktu yani. İsviçre’de besteyle ilgili çok güzel eleştiriler alınmıştı. Ben yaşadığım Türkiye elemesi ve Lozan’da bir sürü ülkeden insanla iletişimde olma sürecini çok zevkli bulmuştum. Geçen yaz Danimarka’da bir operanın koreografisi üzerine çalışırken, operanın İsveç’li mezzosopran solisti benim Türk olduğumu öğrenince bana Türkçe bir şarkı söylemek istediğini söyledi. Tabii dedim, buyur söyle. Sözlerini tam bilmiyorum ama şöyle bir şeydi dedi ve başladı:
"bana bana, bana bana...." Ben gülmeye başladım, o da "bu şarkı yıllar önce Eurovision’a katılmıştı, hatırlıyorum" dedi. Evet ben de hatırlıyorum dedim! Sonra gurubun içinde benim olduğum ortaya çıktı, çok gülmüştük. Babamın bu şarkının sözlerini Türkçe bilmeyenlerin aklında rahat kalması için yazdığını biliyorum. Gerçekten de birilerinin aklında kalmış.
Siz, eğitmen olarak ta yurdışında ve Türkiye'de görevlerde bulundunuz. Bunları anlatır mısınız? Şimdi nere(ler)de eğitmensiniz?
Önce yurtdışında başladım eğitmenliğe. Okuduğum Üniversitede aynı zamanda ders verdim. Oyuncular için Hareket dersiydi verdiğim. Derslerde hangi sanat disiplininden olursa olsun öğrencilerle neden sanat yapmak istediklerine gelip dayanıyorduk. Teknik, biçim , formdan önce ya da bunlarla beraber öğrencinin ruhunun bu işe hazırlanması önemli. Söyleyecek birşeyiniz yoksa neden konuşasınız? Hareketin ardındaki insani ihtiyaç ya da meram önemli olan. Bunları çalıştık çeþitli yerlerdeki okullarda. Opera şarkıcıları, oyuncular ve hatta dansçılarla.
Şimdi Bahçeşehir Üniversitesi’nde oyuncular için hareket dersi veriyorum.
Oynadığınız, yönettiğiniz oyunlar ve sergilediğiniz solo oyunların isimleri ?
Yönettiğim birkaç çalışma var ve yönetmenlikten çok zevk alıyorum. İlerde bunu daha çok yapmak isterim. Solo oyun ve gurup çalışmaları, deneysel, ya da orijinal çalışmaları yönettim ya da yazıp yönettim. Bir Japon efsanesini oyunlaştırıp, yönettim Kanada’da, şakuntala diye bir Hint efsanesinin koregrafisini yaptım. İki buçuk saatlik jestlere ve beden diline dayanan bir oyundu, çok zevkliydi. Birkaç solo oyun yönettim.
Oynadığım oyunlar daha çok klasik oyunlar oldu: Shakespeare, Çehov, en son Schiller’in Turandot’unu oynadım. Klasik oyunlara daha çok uyan bir tipim var sanırım. Ama benim en çok zevk aldığım kendim yazıp oynamak ya da yönetmek ya da koreografi . İşin mutfağında olup sonra onu sahnede oynamak bana daha çok zevk veriyor. İki solo oyunum var: Doğu Batı ve bir Yağmur Damlası, Mağara Çiçekleri
Gelelim son oyununuz "Doğu Batı ve Bir Yağmur Damlası"na. Sizden neler var bu oyunda? Çünkü siz de yurtdışında yaşadınız. Oyunda yuva, ev, doğu-batı, göç, dil'i kaybetme, dil'in ölmesi, gönül diliyle kendini ifade edememe... gibi kavramlar var. Ben yaklaşık yirmi beş yıldır Almanya'dayım. Bu kavramlara örnekler çok görüyorum. Siz bu kavramları biraz daha açar mısınız?
Ben 10 yıl yurtdışında yaşadım, ve bu süre içinde ev kavramının içimde çok genişlediğini hissediyorum. Bu oyun benim "ev nedir?" sorusunu merak etmem üzerine yazdığım bir oyun. Ancak bu oyun sadece göçmenlik üzerine, fiziksel bir evi aramak adına değil, aynı zamanda ruhsal olarak bir genişleme arayışı. Her insanın çıkması gereken zorunlu yolculukları var. Bu somut ya da soyut bir yolculuk olabilir. Değişme, genişleme ve insani değerleri kucaklama adına yapılan yolculuklar acı verebilen ama sonunda çok öğretici yolculuklar. Ama ben aynı zamanda Türkiye’de yaşayan bir insan olarak Türkiye’ye özgü sıkıntıları görmezden gelemem. Türkiye’de ve dünyada dillerin, gönül dili olsun, ya da bir topluluğa ait dil olsun kaybolduğu bir gerçek. Gönül dilinden kastım: kişinin korkudan, kendine güvensizlikten ya da umutsuzluktan ne düşündüğünü, ne hissettiğini ifade edemeyecek hale gelmesi, düşünce ve duygularını bastırmak zorunda kalması. Kendini olduğu yerde var edememesi ve göç etmesi.
Bu oyunu yazarken 'Son Ubih' diye bir kitap keşfetmiştim. Ubih dilini en son konuşan insan 1990 yılı civarında Türkiye’de ölmüş. Dünyada diller ekonomik eşitsizlikten dolayı kayboluyor. İnsanın içindeki ses de farklı sebeplerle kayboluyor. İnsanı bir bütün olarak tekrar ön plana çıkarabilmek için kaybolan seslerin ve kelimelerin yeniden dile gelmesi gerekiyor. Oyununuzu büyük bir hayranlıkla seyrettim. Birçok karakteri yorumluyorsunuz. Yaklaşık elli metre karelik sahnenin her yerinde iziniz var. Vucudunuzu ustalıkla kullanıyorsunuz. Her üç dili de; Almanca, Türkçe, İngilizce'yi vücudunuzu kullandığınız kıvraklıkla konuşuyorsunuz. Artı, zaman zaman da sesinizi. Bu normal bir tiyatro oyuncusunun sahip olması gereken performansı aşan bir oyunculuk türü mü? Yani almış olduğunuz "Hareket Tiyatrosu Eğitimi"ne mi borçlusunuz bunu. Yoksa apayrı bir çalışma mı gerektiriyor?
Oyunculuk eğitimi veren okullarda zaten hareket ve ses eğitimi vardır. Ama ben sahne üzerinde realist oyunculuk değil , dansla karışık, içinde hareketi barındıran bir oyunculuk yapmak istediğimi farkettim. Bunun çalışma temposu ya da çalışma süresi biraz daha farklı . Bir bedensel formun öğrenilmesi uzun sürüyor, bir de insanın vücudu yalnız fiziksel değil, duygusal olarak da anlayabilmesi belli bir hazırlık süreci gerektiriyor. Vücudumun benim enstrümanım olduğunu kavradığım anda onu her yönden geliştirmek istedim ki , yapacaklarımda bana yardımcı olsun. Bu açıdan, okullarımda bana hazırlanan programa ek dersler kattığımı, ve okuldan sonra da okumaya devam ettiğimi söyleyebilirim.
Niçin üç dilli olarak yazdınız bu oyunu?
Oyun aslında bir ana dilde oynanıyor, İngilizce yardımcı dil. Türkiyedeysem Türkçe oynuyorum İngilizce bölümler kalmak zorunda. Almanca oynadığımda dil sayısı 3'e çıktı. Oyunda çok net bir İngilizce dersi teması olduðu için İngilizce bölümü çeviremezdim. Oyun Almanlar tarafından da takip edilsin diye Berlin’deki temsil için 3 dile çıktı. Yoksa aslen ya İngilizce ya da Türkçe oynuyorum . Fakat Almancasını da oynamaktan çok zevk aldım.
Oyunda yoğun bir dil metaforu olduğu için içindeki dil çeşitliliğini kaldırıyor. Bir de ben dillere meraklıyım. Dillerin tınıları ayrı ayrı, en sertinden, en yumuşak gelenine kadar hepsi hoşuma gider.
Oyununuz sırasında elleriniz ve ayaklarınızdaki kına dikkatimi çekti. Kına diyorum, çünkü rengi kınaya benziyor. Bu bir aksesuar mı? Yoksa oyunun hikayesi yönünden bir anlamı mı var?
Kına benim için doğuyu temsil ediyor. Kutlamada, ağıtta, vücuda yapılan resimler, ya da boyalar genel olarak doğuya, özel olarak Anadolu’ya ya da aşağılanan, modern ya da medeni adlandırılmayan üçüncü dünya insanı tabir edilen topluluklara has özellikler. Moderniteyi sadece batıya has bir kavram olarak almıyorum. Çağdaşlık ya da medeni olmak evrensel kavramlar. Nerede ve nasıl vücut bulacakları insanlara, şartlara bağlı. Ben üçüncü dünya ülkeleri gibi bir ayrımı ekonomik hiyerarşiden öte çok ırkçı buluyorum. Birtakım değerler o insanlarda bulunamazmış gibi...Kostümde ve vücudumda yerel özelliklerin olmasını istedim. Doğuyu turist gözünden anlatmaktansa konuştuğum dil Türkçeyle, İngilizce ya da Almanca daki doğal aksanımla ve bazen yaptığım gramer hatalarıyla, duygusal yoğunluk ve oyunun temasıyla doğu olmak istedim. Kına da bence bunu tamamlayan bir ayrıntıydı.
Yeni proje(ler) var mı?
İkinci oyunumun hazırlıklarına başlayacağım. Bir oyunun yazılması ve ayağa kalkması çok uzun sürüyor. Bu sene sanırım öğretmenlik ve belki bir müzik projesinin yanında ikinci oyunumu çalışmak ve oynamak istiyorum.
Türk tiyatrosu üzerine düşünceleriniz? Bir de televizyon dizilerinde oynayan genç tiyatro oyuncularımız hakkında düşünceleriniz? Aralarında sahne tozu yutmadan dizilere geçen gençler var. Siz herhangi bir dizide oynadınız mı? Televizyon veya film çalışmalarınız oldu mu?
Babaannem Şehime Erton Darülbedayi'nin son kuşağı olarak adlandırıyor kendini. Onun hocaları, Vasfi Rıza Zobu, Muhsin Ertuğrul, Bedia Muvahhid, Muhsin Ertuğrul’un eşi Neyire Neyir Ertuğrul, İsmail Galip Arcan, Carl Ebert, Muhittin Sadak, gibi isimleri barındırmış tiyatro saygınlığını bugün bulmak pek mümkün değil. Ama bu dünyanın her yerinde neredeyse böyle. Tiyatroya karşı ilgi daha az. Bizim ayrıca Ortaoyunu, Meddahlıktan gelen çok doğal, doğaçlamaya dayalı bir geleneğimiz var. Ben bu doğallığı ve seyirciyle ilişkide olmayı çok seviyorum. Meddahın bir mendil ve bastonla yaptığı gösteri seyirci katılımını ve aklını oyuna çağırıyor. Seyircinin hayal gücüyle tiyatroyu izlemesi ve oyuncunun seyirciyle ilişkide olması benim için çok önemli.
Televizyonda hiç oyuncu olarak yer almadım. Oynadığım bir film de yok. Dizi değil de bir filmde birgün oynamak isterim. Oyunculuk geleneğinden gelmeyip filmde olan karakterler Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde var. Ve de çok güzeller. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerine insanı katışı çok hoşuma gidiyor. Oyuncu olmayanlar bazen oyunculardan çok daha güzel işler yapıyor. Yönlendirme, yetenek ya da yönetmen ve o işle uyuşmak ve olduğu gibi olabilmek bence bunun sırrı. Ayrıca da çok yetenekli genç oyuncular var. Sahne tozu yutmamış, ama dizide oynuyor diye tanımladığınız genç arkadaşlar da umarım kendilerini geliştirmeye devam ederler.
Son olarak bir soru daha; ancak cevaplamakta serbestsiniz.
Babanız Timur Selçuk'la da söyleşi yaptım. Din konusuna değinmiştim. Açıklıkla cevaplamıştı. Babanız bu konuda zaman zaman eleştirildi. "Namazında niyazında" değerli bir sanatçımız Timur Selçuk. Çocukluğunuzda ve daha sonraki yıllarda evde din konusu oldu mu? Yani bu konuda sohbetleriniz oluyor muydu babanızla. Sizin din ile aranız nasıl?
Benim büyük büyük babam İlahiyat Profesörü imiş. Babaannemin anneannesi de Hafız ana diye çağırılırmış. Babaannem maneviyatı çok yüksek, maneviyattan destek alan bir insan. Çocukluğumda babaannemin ve anneannemin kendilerine özgü dua edişlerini hatırlıyorum. Babamla, ben merak ettikçe Kur’an ve maneviyat üzerine konuşuruz. Sanatçı olunca maneviyatla yoğun bağın olmamasının sanatçı için çok zor olacağını düşünüyorum.
Ben neden çıkıyorum şu sahneye diye sorduğunuzda maneviyata varmamanız mümkün değil!
Dinlerin özüne bu dünyaya önerilmiş bir yaşam ve ahlak reçetesi olarak bakıyorum. Günümüzde semavi dinlerin yanında değişik öğretiler de var. Hepsinin kaynağı aynı. Hepsi arınma, ruhun ve yaşam bilincinin yükselmesi, dolayısıyla insanlığın ruhsal olarak daha üst bir yaşam düzeyine evrilmesi amaçlı. Kişi bu öğretilerden birini uygular ya da kendi seçimine göre bu öğretileri birleştirip kendi uygulamasını yaratabilir diye düşünüyorum. Bu çeşitli öğretilerden aynı anda yararlanmayı bazıları kendini Allah’a bir koşmak olarak algılıyor. Kimisi de ne din ne de maneviyatı kabul ediyor. Bu da bir inanç aslında . Toprağı öpmenin binbir yolu var. Ben şu an toprağı çalışarak öpüyorum.
Teşekkür eder, başarılarınızın devamını dilerim.
ADEM DURSUN / MERHABA / BERLİN
Tiyatrom.com Yazarın Tüm Yazıları Paylaş Tweet yılmaz gündüz - ( 12/27/2008 ) bence cok güzel olmuş tebrikler hazal.turunc.rainbow restaurant ömer osman - ( 12/28/2012 ) çok güzelllll |
Tiyatro Kursu Başlıyor! 19 Kasım'dan itibaren her SALI Kadıköy'de! Çalışanlara yönelik hobi sınıfı! Duyuru Panosu!
Son Eklenen Tiyatro Oyunları
Güncel Yazılar
Yazar olmak ister misiniz? Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...
Güncel Haberler
Tiyatro Dünyası'nı takip Edin | .. |
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|