Türk tiyatrosunun en sıcak, en samimi isimlerinden biri Erol Günaydın, 'İki Kalas Bir Heves’ de kendisi gibi...
Can dostları Altan Erbulak ve Cahit Irgat, çalıştığı tiyatrolar, onlarca filmde rol almasına rağmen kendisini içinden hissetmediği Yeşilçam, Türk tiyatrosunu bitiren nedenler, geçen yıl kaybettiği eşi Güneş Hanım ve kızları: Ayşe, Fatoş, Günfer... Ama en çok yeri Galatasaray Lisesi tutuyor kitapta. Hayatının her dönemini okul yıllarına bağlayarak anlatıyor çünkü.
Doktor olmak isteyen bir çocuktur Galatasaray’daki lakabıyla “Tijın” Erol Günaydın. Bu lakap ona, sürekli elinde tabancayla kovboyculuk oynarken çıkardığı kurşun sesinden dolayı takılır. Aklında tiyatro yoktur, çünkü Karadeniz’de, tiyatronun t’sini bilmeyen bir ailenin çocuğu olarak büyür. Ama içinde o 'duygu’ hep vardır, fark etmeden...
Arkadaşları sahneye attı
“Pazar günleri İsmail Dümbüllü’yü seyretmeye giderdim” diyor Günaydın, “Pazartesi okula döndüğüm zaman da gördüklerimi çocuklara oynardım. Çok eğlenirlerdi”.
Bir gün okulda tiyatro seçmeleri yapılır. Arkadaşları “Tijın”ı top oynarken alıp apar topar sahneye atar. Jüride Haldun Taner, Ahmet Kutsi Tecer vardır ama aklı yarım bıraktığı maçta olan çocuk bunun farkında değildir. Sahneye çıkar, istenilenleri yapar, jüri yerlere yatar gülmekten. Ve Günaydın’ın tiyatro macerası başlar. Aynı zamanda sınıfta kalma alışkanlığı da:
“Tiyatroya bulaşınca, güm sınıfta çaktım. O yüzden Galatasaray’da üç sene arka arkaya 35. yılımı kutladım!”
Küçük rolleri seven bir oyuncu olur. Başrolü angarya gibi görür. “Çaydaki şeker gibidir küçük rol, tat verir” diyor Günaydın ve ekliyor:
“Bana karşıdan karşıya geçen şemsiyeli adam rolü verin, oradan öyle bir geçerim ki, insanlar unutamaz. Bazı oyuncular proje seçer. Ben hayatımda hiçbir rolü reddetmedim.” Küçük rolü parlatma yönetimini ise şöyle anlatıyor:
“Dormen’de 'Bit Yeniği’ oynuyorum, tek cümle lafım var. Bir kadını bekliyorum, kapıdan çıkıp 'Nobody called me’ diyorum. Oyuna girmeden evvel, dışarıda aynanın karşısında oynuyorum, kadın gelecek diye süsleniyorum, kokular falan sürüyorum... Kulisteyim. Onlar hiç görülmüyor, sıram gelince de dalıyorum içeriye.”
O günün tiyatro dünyasından söz ederken bugünle karşılaştırıyoruz ister istemez. Eski tiyatrocularının eksikliğini şöyle açıklıyor:
“O zamanlar tiyatronun parası yoktu ama seyircinin sevgisi çoktu. İstanbul’un nüfusu bir milyonken bir tiyatro oyunu üç ay afişte kalırdı, şimdi 20 milyon oldu, hiçbir oyun 3 gün yaşayamıyor.”
Bir iddiası da “tiyatroyu tiyatrocuların bitirdiği”:
“Ben Dormen Tiyatrosu’nda ve Kenterler’de oynadığım zaman, yalnızca 'Size bir mektup var efendim’ diyen oyuncu bile 'oyuncu’ydu. Ondan sonra bu kadrolar çözüldü, yerlerine 15-20 tiyatro çıktı. Herkes karı-koca tiyatrosu oldu.”
En kötüsü boş salona oynamak olsa da Günaydın bunu da dert etmiyor. Çünkü ona 'anlayan ve gören’ iki kişiye oynamak yetiyor. “Hırsız-Polis” dizisindeki küçük ve sessiz rolünün bu kadar konuşulmasını da buna bağlıyor ama bir yandan da bu kadar ses getirmesine şaşırıyor:
“Sesimden para kazanırken birdenbire nedir bu sessizlikten başarı? Vücudum bu şöhreti kaldırmaz!”
Söyleşi sırasında yeri geliyor cama düşen kar tanesi oluyor, yeri geliyor içinde kötü haber olan mektup. Kulaklarından tutup okuyor mektubu, haberi beğenmiyor, buruşturuyor ve atıyor. Hop yere! İnsan sutyenden fırlayan kadın memesinin taklidi yapabilir mi? Günaydın yapıyor. Eşi Güneş hanımın ona bebek gibi baktığını, en sıkıntılı günlerinde bile bunu aileye yansıtmadığını anlatıyor. Bugün kızlarıyla yaşıyor Teşvikiye’deki evinde, çünkü kendi deyişiyle “çivi bile çakamıyor.”
Zaten tek başına yaşamaktan, karanlıktan ve fareden de korkuyor. Şu kesin ki Günaydın hangi kapıyı çalsa o ailenin bir ferdi gibi kabul edilir. Ne yalnız kalması mümkün ne de Türk insanının hayatından çıkması...
Kendi deyişiyle şöhret değil bir 'tanıdık’ çünkü o...
'Kovboyculuk oynardık’
Anılarımı tembelliğimden kendim yazmadım. Benim aylarca burada oturmam lazım anılarımı yazmak için. Çok istedim ama olmadı. Ben fantezi severim; yaprakları konuştururum, çimenleri... Gittiğim yollarda trenlerle söyleşirim. Bunları yazmak isterim. Hayal gücüm böyle. Tiyatroda oynadığımız oyunlar da tatmin etmezdi bizi. Kovboyculuk oynardık. Muhsin Ertuğrul’a bile tabanca aldık, vurulduğunda “Ah” diye bağırırdı koca adam.
Çoğunda kompleks var
Türk tiyatrosunda Kenterlerle Cüneyt Gökçer’in dokunulmazlıkları var. Eleştirmenler bile eleştirmezdi onları. Yıldız Kenter herkes kendi gibi oynasın ister. Kimse de çıkıp “Niye ben senin gibi konuşayım?” demez. Haldun’un sahne trafiğine de artık numara koymuştum, “4 numara bu” diyorduk. Özgürlüğü bir tek Muhsin Ertuğrul’da gördüm. Çoğu rejisörde oyuncu kompleksi var.
MİLLİYET