Nereye gidiyorum... Bu cümleyi meslek yaşamıma başladığımdan beri hep aklımda tutmaya çalışırım.
Profesyonel tiyatroculuğa, konservatuar yıllarındaki birkaç denemeyi saymazsak 1989'da başladım. Oyunculuk yaptım daha çok, ama yaklaşık altı yıldır sahneye çıkmıyorum. Oyunlar yönetiyorum. 2002'den beri de Avrupa'nın çeşitli festivalleriniz izliyorum. Bu, yurt dışında senede 40 - 50 oyun seyrediyorum anlamına geliyor. Avrupalı yönetmenlerle bir arada oluyorum; yazarlarla, dramaturglarla, oyuncularla, tasarımcılarla, yapımcılarla, organizatörlerle... Bu süreçte Avrupa'nın birçok kentini görme fırsatını da buldum. Değişik uluslardan farklı farklı insanlar tanıdım.
İşte bu dört yıl benim hem dünyaya, hem tiyatroya bakışımı değiştirdi. Artık eminim. Tiyatro, bu mesleği yapmalarından ötürü doğal olarak egoları şişiklerin kendilerini daha da önemsetmek için uydurdukları ve üstünde hiç düşünülmeden, tartışılmadan (bu bizim coğrafyanın bir özelliğidir) kabul edildiği gibi, bir eğitim aracı değil. Bir yaratı, bir sanat eseri yalnızca; aynı zamanda bir birey olan sanatçının toplum içinde kendini var edebilmek için yaptığı... Seçtiği bir konu ya da tema üzerine düşüncelerini her gece 400 - 500 kişiye aktarabilmek için bir araç olarak kullandığı...
Ders vermekmiş... Yönetmenin ne haddine! O yaratısını sunar; kimi beğenir, kimi beğenmez. Kimi yararlanır, kimi daha salondan çıkarken oyunu unutur. Herkes alacağı kadarını alır zaten. "Tiyatro bir eğitim aracıdır" diye zorlamak niye!
Bu düşünce, yaptığım işin önemini azaltmıyor; daha da kutsallaştırıyor benim gözümde! Ressamın resmini, haykeltraşın heykelini, bestecinin müziğini sevdiği kadar seviyorum ben de her oyunumu. Kaç ay kafa patlatmışım, kaç uykusuz gecem geçmiş! Her anında alın terim, her dokusunda benim ve yaratıcı ekibimin emeği var!
Yukarıda sıraladığım düşüncelerin de ışığında Avrupa tiyatrosunun geldiği noktayı fark ettiğimde, topluma eğitim aracı olarak empoze edilen tiyatromuzun halini de acıyla görüverdim.
Devletin kültür politikası yok. Ülkemizde modern tiyatro yapılalı yüzyılı geçmiş, ulusal tiyatromuzu oluşturamamışız. Ödenekli tiyatrolarımız bırakın ileri dönük strateji geliştirmeyi, kısa vadeli plan bile yapmıyor, yapamıyor. Oyunların çoğunda, üstelik nitelikli oyuncular, aslında iyi bir trafik memuru olabilecek, ama hasbelkader rejisör olmuş birinin köleleri olarak sahneye testi gibi yerleştiriliyor; aman herkes görünsün, kimse kimseyi marke etmesin, yeter! Yönetmenlerin çoğunun ne yaşadığı çağdan, ne dünyadan, ne içinde yaşadığı toplumdan haberi, ne de sosyolojiden, felsefeden, estetikten, sanat akımlarından anladığı var. Zaten buna gerek de yok, nasıl olsa herkes alkışlıyor. Salla, gitsin... Üsluba, yoruma ne hacet! Yazar ne yazdıysa, güzel konuşan insanlar azıcık devinip söyleyiversin, tamam... Statik, ölü bir şey, yaşamın aynası diye yutturuluyor. Sahne nefes almıyor.
Bu yaşamayan işlerde tasarımcıların yönetmenlerin bir adım önünde olduğunun, ne yazık ki yönetmenler farkında değil. Aslında işlerine de geliyor, tasarımcıların gayretiyle yürüyor birçok oyun...
Tabii bu arada metinlere aman dokunmayın, yazarlar sizi yer! Köşeleri kapıp kendilerine eleştirmen süsü veren bilgisizleri hele bir eleştirmeye kalkın, tiyatrocuların emeğinden nemalanan işbirlikçileri de devreye girer, işiniz biter!
"Nereye gidiyorsun" diye soran da oldu elbette bu yolculukta... Kimiyle devam ediyoruz. Çoğu yarı yolda indi.
Yazdıklarını yönetmem ya da önermem için dostluk numarasıyla yanaşan yazarlar gördüm; çevirmenler de... Provalar sırasında işlerine geldiği için en iyi dost görünüp sonra arkadan kuyu kazmaya çalışan dedikoducu oyuncular... Alavere dalavere ile oyuncularımı kendi yönettiklerine alıp benim oyunlarımı oynanmaz hale getirmeye çalışan yönetmenler...
Bilgisizliğin ve sevgisizliğin esir aldığı tiyatro can çekişiyor, ne gam!
Yazar olmak ister misiniz?
Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...