2006-2007 Tiyatro Döneminin Başında Hesaplaşmalar
Erbil Göktaş
(Bu eleştiriyi Türkiye Eleştirmenler Birliği’nin (TEB) yanlış uygulamalarını ve yönetimin “keyfi” tutumunu sergilemek için 2006 Ekiminin sonlarında yazmaya başladım. 11 Kasım’da ise TEB’in yönetim kurulundan bir üyeye yazıya konu olan olayları aktararak bir yanıt beklediğimi söyledim. Derken aynı yönetimden bir kişinin Devlet Tiyatroları ile ilgili “bir olayı” tiyatro çevrelerinde tepkiyle karşılandı. Bu eleştiri o olaydan önce yazıldığı halde yayınlanması gecikti. Her zaman kamuoyunun “vicdanına” güvendim ama eğitimlerine, birikimlerine bakmadan Türk Tiyatrosu’nda “söz sahibi” olmak isteyenler çoğu kez bu örneklerde olduğu gibi yetersizliklerini “acemice” ortaya döküveriyorlar. “Basireti bağlanmak” dedikleri bu olsa gerek… İşte bu konuda benden de bir katkı…)
Stanislavski’nin bir sözüyle başlayacak olursak “tiyatroda kendini değil, kendinde tiyatroyu sevmenin” altını çizmeliyiz. Bu tek tümcesinde Stanislavski, tiyatroyu bencilliklerine, kaprislerine, hezeyanlarına, yetersizliklerine ve şımarıklıklarına basamak yaparak yozlaştıranları eleştirirken, tiyatronun nasıl olması gerektiğinin de ilkelerini ortaya koyuyordu. Bugün 2006-2007 tiyatro döneminin başında Stanislavski’nin bu sözünü tüm tiyatrocularımıza anımsatırken, gelinen “bunalım” noktasında bir “hesaplaşmaya” girmek istiyorum. Çünkü bu “hesaplaşma” küçük ölçekte de olsa, “tiyatro kamuoyu” için bir bilgilendirme özelliği taşımaktadır ve bunları gündeme getirmek de benim için bir sorumluluktur.
BİR ELEŞTİRMENLİK SERÜVENİ
Yaklaşık yirmi yıldır çeşitli yayın organlarında yüz kadar tiyatroyla ilgili yazı, makale ve eleştiri yazdım. Bunların kırk kadarı “eleştiri”dir. (İki çocuk oyunu ve “Vasıf Öngören’in Tiyatro Dünyası” adlı kuramsal bir kitap yayınladım.) Eleştirilerimde “öznel” olmamaya, “gördüklerimi değerlendirmeye” özel bir önem verdim. Birilerini kıracağım diye de düşündüklerimi yazmazlık etmedim. Kulağımı tersten göstermek pahasına da olsa, kapalı görünme riski de taşısa düşündüklerimi bir biçimde söyledim. Beğendiğim oyunlarda ille de bir kusur bulmak için uğraşmadım; “birilerini kayırma” söylentilerine karşın çoğunlukla beğendiğim oyunları yazmaya çalıştım. Çünkü tiyatroyla ilgili “ödüllerin” seçici kurullarında görev aldığımdan “iyi” oyunların gözden kaçmasını ya da “görmezden gelinmesini” istemiyordum. Çok zamanımı alsa da, akademik yükselmemi geciktirse de “görev” bildiğim için ve “hiç kimseye haksızlık etmemek” adına ulaşabildiğim “bütün oyunları” izlemeye çalıştım ve raporlarımda bunları açık açık belirttim. Bazı eleştirmenlerin 50 kadar oyun izlediklerini belirttikleri sezonlarda ben 100’e yakın oyun izledim. Dört yıldan bu yana izlediğim oyunların sayısı sadece bir sezon seksenin altına düşmüştür. Üstelik bu oyunları karda kışta bile Kocaeli’den gelerek izledim. En az beşinin de “kar” yüzünden iptal edildiği oyunlara gittim. Yine Aksanat’ta Mehmet Ergen’in yönettiği “Aşk Delisi” oyununun iptal edilmiş bir gösterisine Kocaeli’den gelip izleyemeyişime Sadık Aslankara tanıktır. Oyunda rolü olan sevgili Oktay Sözbir, “oyun izleyemediniz bari içiniz ısınsın” diyerek bizi Küçükparmakkapı Sokak’taki bir kahvede çay içmeye götürmüştü. Evet, buradan tüm eleştirmenlere ve seçici kurul üyelerine sesleniyorum: Kocamustafapaşa’daki Semaver Kumpanya’nın oyunlarını izlemeden Türk Tiyatrosu üzerine kimse “ahkam” kesemez ve “ödül” veremez. Yine “ortalarda görünmüyor” diye Müge Gürman’ın yönettiği oyunları izlemeden hiç kimse “dünya çapında yönetmenimiz yok” diye esip savuramaz. Bu söylediğim Yücel Erten’in, Özdemir Nutku’nun, Şakir Gürzumar’ın Ayşenil Şamlıoğlu’nun yönettiği oyunlar için de geçerlidir. Bunlara Ayşe Emel Mesci’yi, Coşkun Irmak’ı, Işıl Kasapoğlu’nu, Ferhan Şensoy’u, Rutkay Aziz’i, Genco Erkal’ı, Mehmet Ergen’i de ekleyebilirim. Şu an anımsayamadıklarım da kusura bakmasınlar.
VE BİR “HAKSIZLIK” ÖYKÜSÜ
Çok gerekmedikçe “polemiğe” girmemeye de çaba gösterdim. Ancak zaman zaman “polemik” kaçınılmaz oluyor. Bu yazıyı da “kendimi sevdiğim” için değil, “tiyatroyu sevdiğim” için yazıyorum ve bir kurumun üyelerini seçerken “nesnel ölçüler” kullanmasını isterken, birilerinin “kişisel doyumu” için araç olmamasını bekliyorum. Yurt içinde ve dışında üye olduğum bütün gruplara ve derneklere hep “çağrıldığım” için ve “özveri” göstererek katıldım, katılıyorum. Çünkü bu tür çalışmalar “özveri” ve “para” gerektiriyor. Boş ya da emekli olacaksın, iyi kötü paran olacak ki, “aidatlarını bile” ödeyememe durumuyla karşı karşıya kalmayasın. Bir arkadaşımın dergisinde yazdığı gibi, -eğer beni de düşünmüşse- “derneklerde ve seçici kurullarda kişiliğimi tatmin” etmiyorum. Ben salt “tiyatrocu olmaktan” bile büyük haz duyuyorum. Onbir yaşından beri tiyatronun içindeyim. Oyunculuktan, yönetmenliğe, dekor çakıp boyamaktan marangozluğa, dramaturgluktan eleştirmenliğe, yazarlıktan akademisyenliğe kadar “bana gereksinim duyulan” bütün işlere koştum ve hepsini de “severek” yaptım. Sevmediğim bir işi de bugüne kadar bana hiç kimse yaptıramadı. Tiyatroda bir birikiminiz varsa bunları öğrencilerinizle, tiyatro çevreleriyle, seyirciyle ve halkınızla paylaşacaksınız. Hele ki, bir kurumun, örgütün, birliğin ya da herhangi bir “oluşumun” başındaysanız bu sizin görevinizdir. “Ölçütlerinizi” sağlam” koyacaksınız, ilkelerden şaşmayacak ve asla “keyfi” davranmayacaksınız. Yaşamının otuz yılını tiyatroyla geçirmiş ve DEÜ GSF Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümü Tiyatro Anasanat Dalı’nda onüç yıl “bilfiil” öğrencilik yapıp “pişmeye çalışan” bir “eleştirmeni” harcamaya kalkmayacaksınız. (Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimim onüç yıl sürmüştür.) Bu pişme işi “uzaktan mektup yazarak” ve “yengeye selam ederek” oluşmamıştır. Bunu da göz önünde bulunduracaksınız. Elbette ilk işim tiyatro eğitmenliğidir. Ama altı yıldır eğitmenliğimin yanında “eleştirmenlik” ikinci sırayı almıştır. 2000 yılında çıkmaya başlayan “Agora Dergisi”nin dört yıllık sayılarına bakacaksınız; orada sürekli tiyatro yazıları ve eleştirileri yazan birini göreceksiniz. Yetmedi mi, 2003-2005 arasında neredeyse zaptettiğiniz, hemen her sayısında okuyucuya gına getirtircesine iki-üç yazı yazdığınız “Tiyatro… Tiyatro Dergisi”nin sayfalarını okumasanız bile şöyle bir karıştıracaksınız. En önemlisi “haddinizi” ve “görevinizi” bileceksiniz!.. Görevinizi “kötüye” kullanmayacaksınız; yoksa şu an başında bulunduğunuz kurumu alın teriyle kuran “eleştirmen ablalarınıza, ağabeylerinize, kardeşlerinize ve bacılarınıza” “ihanet” etmiş olursunuz. Kurulmakta olan bir tiyatro bölümünün akıl almaz yoğunluktaki işlerinden fırsat bulabildiğim zamanlarda, düzenli olmasa da yaklaşık bir yıldır, yazdığım “Tiyatrom.com” sitesinin editörü (ve her şeyi) Ertuğrul Timur’la da hiçbir yakınlığımın olmadığını buradan herkese duyuruyorum! (Ne kadar “ciddi” bir yayıncılık yaptığını bilmiyorsanız da “öğrenin” diyeceğim. Çünkü bilmemek ayıp değil ama, öğrenmemek müstehcen!.. Hele sizin konumunuzda! Ayıplarınızı daha fazla yüzünüze vurmamak için onlarca dergi, kitap, katalog, broşür ve gazetelerdeki yazılarımı saymıyorum. Bazı meslektaşlarınızın “buzlu bademle rakı içerek eleştiri yazmama” eleştirilerini de hafife almayın ve bunu sizin esenliğiniz için aktarmış birini de “laf taşıyan” konumuna düşürmeyin lütfen!.. Gerçekten de çoğu kez “belden aşağı” vuruyorsunuz ve çok tepki topluyorsunuz; üstünüze gelip sizi özür diletinceye kadar sıkıştırmaları karşısında düştüğünüz duruma gerçekten üzülüyorum… Zaman Gazetesi’nde İlhan Selçuk hakkında söyledikleriniz, Orhan Pamuk Olayı’nda Türkiye’nin yüz akı aydınlarına karşı “saldırı”nız bunlardan sadece ikisi. Ne yapmaya çalışıyorsunuz?.. Ya belinden aşağı vurduğunuz ve sizi “tazminat ödemeye” mahkum ettiren bir belediye başkanı karşısında düştüğünüz durum?.. Siz bunu hep yapıyorsunuz!… Eleştirmenlik ciddi iş. Büyük sorumluluk ister. Sizi uyarıyorum, balmumundan kanatlarla güneşe yükselmeye kalkmayın yoksa düşüşünüz muhteşem (!) olacak!.. Kim bilir belki de düştünüz, ama bundan haberiniz yok!..
Pek çok kişi ve benim için söyledikleriniz belgeli olmadığı için söz etmiyorum; ancak bir tanesi belgeli –ona az sonra geleceğim- bir tanesine değinmezsem hatırım kalacak; bazı arkadaşlarınızla birlikte buyurmuşsunuz ki, Erbil Göktaş, yazdığı süre içerisinde “gelip Tiyatro… Tiyatro Dergisi’nin tepesine oturmuş”… Estağfurullah!.. Siz varken derginin tepesine oturmak benim ne haddime!.. Okuyucu kimin nerede oturduğunu görmüyor mu? Dergilerde, internet sitelerinde, vs… Ben ayda bir kez yazdığım eleştirilerle mi oturmuşum tepeye?.. Arada bir de yaptığım röportaj, jüri raporu ya da izlenim yazılarıyla mı?.. Hem niye ben oturayım?.. Otursa otursa, alın teri ve büyük bir emek harcadığım sevgiyle yazılan o eleştiriler oturmuştur… Aynı zamanda birilerinin de fena halde midesine oturmuş!..
TİYATRO ELEŞTİRMENLERİ BİRLİĞİ SERÜVENİ
Şimdi gelelim asıl konuya ve belgeli olanına… Dediğim gibi, 2000 yılından bu yana eleştirmenlik asıl mesleğim olan oyun yazarlığının önüne geçmiştir. Oyun yazarlığından iyi kötü para kazandım. Ama eleştirmenlikten bırakın para kazanmayı, para ve zaman harcadığım gibi pek çok kişinin de “gizli” düşmanlığını kazandım. “Gizli” diyorum çünkü “eleştiri” kurallarınca yazılıp saldırıya dönüşmediği sürece kimse kolay kolay sizi karşısına alıp bir şey söyleyemez. Ancak sizin ardınızdan konuşulmayan kalmaz; doğru ya da yalan sizinle ilgili her şey bu söylentilerin malzemesi olur; bazen duyduğunuz şeyler sizi bile hayrete düşürür. Bizde eleştirmenlik “nankör” bir iştir. Öyleyse niye yapılır?.. Doğrusunu isterseniz, eleştiri gelip benim yakama yapışmıştır. 1980’lerde İzmir’in bir ilçesinde çıkardığımız bir dergide, yine İzmir’de çıkan “Gölge TiyatroDergisi”nde eleştiriler de yazdım. 1990’larda Erzurum’da öğrencilerimin çıkardığı bir dergide ve gazetede de eleştiri yazıyordum. 2000’li yıllarda “Agora” ve “Tiyatro” dergilerinin yanı sıra Kocaeli’deki bir tiyatro bülteninde ve “Bizim Dergi”de de yazdım ve “Bizim Dergi”de hala zaman zaman yazıyorum.
2005 yılına kadar Tiyatro Eleştirmenler Birliği’ne üye olmak aklımın ucundan bile geçmedi; ayrıca çağrılmamıştım. Arada bir adını duyuyordum o kadar!.. Şunu da belirtmeliyim: Hiçbir derneğe çağrı almadan katılmadım; yukarıda sözünü ettiğim bütün yayın organlarında da yazmam istendiği için yazdım; hatta bazı aylar telefon edilmediği zaman bunları kaçamak sayıp yazmadım. Yazanlar bilir, derginin çıkmasına üç-beş gün kala telefon çalar ve sizden yazınızı göndermenizi isterler. Dergi çıkana kadar o yazının esirisinizdir artık; en azından benim için bu böyle… Diyelim bir hafta var, yedi gün boyunca o yazıyla uğraşırım; gönderdikten sonra bir iki harf yanlışı bile olsa bu kez benim telefon etmelerim başlar; telefonda satır satır dakikalarca düzeltilerimi yaptırırım; bu bazen cep telefonuyla olur; faturaları siz düşünün artık… Bir de Kocaeli’den kalkıp İstanbul’a en az yetmiş gösteriye geldiğimi, beni konuk edenleri bıktırıp en az on gece de otelde konakladığımı düşünürseniz benim eleştirmenliğimin ne kadar zor koşullarda yapıldığını anlarsınız… Ama Türkiye Eleştirmenler Birliği anlayamamış!.. (Başka anlayamayanlar da var; zamanı gelince anılarımızda onlara da değiniriz.) İki yıldır üç kez dilekçe gönderdim hala bir yanıt yok… Hatta bu dilekçelerden sonuncusunu şu anki başkanın eline verdiğim halde nezaketen de olsa bir söz söylenmiş değil; üstelik bu sayın başkanla aynı seçici kurulda üyelik yapmışız… Hayati Asılyazıcı’nın bundan önceki yönetim döneminde “sen niye üye olmuyorsun?” demesiyle başlayan bu serüven benim için yılan hikayesine dönmüş durumda… Bundan önceki yönetimin başkanına üye olmak istediğimi söylediğimde, kendisinin bu işlerle ilgilenmediğini, genel sekreterle görüşmem gerektiğini söylediğinde ben de denileni yaptım. Genel sekreter çok nazik bir üslupla bana yapmam gerekenleri söyledi: Bir dilekçe ve üç eleştiri istedi; gönderdim. Aradığımda bilgisayarında sorun olduğunu, tekrar göndermemi söyledi, tekrar gönderdim. Bu kez aradığımda “tamam” yollu kaçamak yanıtlar verse de –bunun böyle olduğunu şimdi anlıyorum- teşekkür ederek telefonu kapattım. O zamanki başkan ya da genel sekreterle hiçbir ilişkim olmamıştı; niye böylesine “kaçak” güreştiklerini şimdi bile anlayabilmiş değilim. Bu konuda duyumum olsa inanın onları da yazmaktan çekinmezdim. Hayati Asılyazıcı altı ay kadar sonra Birliğin genel kurulu olduğunu, bana gelmemi söylediğinde “çağrı almadığımı” söyledim. “Olsun, sen gel” dediği halde genel kurula gitmedim. Hem bana öyle geliyordu ki, bu bir “tabela derneğine” dönüşmüştü. Yılda bir kez “dostlar alış verişte görsün” misali, başka ödüllerin arasına sıkıştırarak verdikleri “tek ödül” de olmasa adını duymayacaktım. Anlayacağınız önemsemedim. Hayati Asılyazıcı’ya durumu anlattığımda “derneğin yeni başkanıyla olan toplantımızda” dilekçemi vermemi söyledi. Ben de buluşmamızda kendisini kutlayarak, önceki yaşadıklarımı anlatarak dilekçemi kendisine verdim. Dilekçemi alarak işleme koyacağını söyledi… Aradan yeni bir beş ay geçti.
ELEŞTİRMENLERİN EFENDİSİ VE TÜRK TİYATROSU’NUN TEK TEMSİLCİSİ
Bu arada “Başkan” sıfatıyla, olur olmaz her konuda “bildiri” yayınlayan başkanın, hem kendisi hem de birlik için “çok büyük bir ayıp” olan bir demeci ve haberi “Secaat arz ederken merd-i Kıptî sirkatin söyler” misali hemen bütün yayın organlarında yer almıştı: Güney Kore’nin başkenti Seul’de yapılacak olan Dünya Eleştirmenler Birliği’nin toplantısına başkanla birlikte bir kişi daha çağrılmıştı: Yurt dışındaki hemen her toplantıya, adının önüne koyduğu “dramaturg ve eleştirmen” sıfatlarıyla katılan ve Türk Tiyatrosu’nu temsil ettiğini iddia eden, “nerenin dramaturgu” ve “nerenin eleştirmeni” olduğu bir “muamma” olan, “kerameti kendinden menkul” bu kişinin “kim olduğunu” tanıdığım pek çok “Türk tiyatrocusunun” sorduğuna tanık oldum. Evet. Absürddür bizim tiyatromuz. Kendisini birileri, bir yerlerde, bir şekilde temsil ediyor ve işe bakın ki Türk tiyatrosu kendisini “temsil eden” bu şahsı tanımıyor! Olsun, istim arkadan gelsin mi diyorsunuz? Zavallı Türk tiyatrosu bu kişi hakkında İnternet’te de doğru dürüst bir bilgi olmadığını, adıyla çağırınca bu temsil işinden başka Türk tiyatrosuyla ilgili somut bir iş kaydı olmadığını da görüyor. Belki de tiyatroda “temsilcilik” diye yeni bir alt alan açılmıştır, ne bileyim… Hani tiyatroyla ilgili yaptıkları iş sadece temsilcilik olan kişiler için. Ama haksızlık etmeyeyim, aklımda kaldığı kadarıyla, Türk Tiyatrosu’nun bu temsili meslek edinmiş ilk ve tek “profesyonel” temsilcisi, yılda bir kez bildiri yayınlamaktan başka bir faaliyeti olmayan bir kuruluşa genel sekreter de seçildiydi galiba. (Ya da yönetim kuruluna girdi işte, onun gibi bir şey…)
Hasılı kelam, Eleştirmenlerin Efendisi ve Türk Tiyatrosu’nun Tek Temsilcisi yaklaşık iki milyar Türk Lirası yüzünden Seul’e gidemediler. Vah vah! Üstüne üstlük onlar gitmiyor diye “Türk Tiyatrosu Üzerine” bir konferans da kaldırılıyordu. Tek Temsilci bu kez verdiği demeçte, “Ermeni kozu”nu ortaya sürüyor, onların “on kişi kadar orada olacaklarını” Eleştirmenlerin Efendisiyle gidebilse çok iyi olacağını da söylüyor (ama bu “iyiliğin” ne olduğu pek anlaşılamıyor). Efendi de, bu “Ermeni kozundan” hoşlanıyor ve Orhan Pamuk üzerinden bir “Ermeni salvosu” yapıyor ama maalesef Ermeniler bir ödül icat edip davet etmek bir yana, yalvar yakar oldukları “uçak biletlerini” de “uyanıp”(!) göndermiyorlardı.
İki milyar için Türk Tiyatrosu’nu rezil ettikleri gibi, bunun suçunu da bakanlığa yüklüyorlardı. Uyuyan resimlerini yayınladıkları bakanın gerçekten uyuduğunu sanan bu “uyanık” arkadaşlar, “herkese kör, aleme aptal, bakana da uykucu” muamelesi yapıyorlardı. Bizim arkadaşların kıskandığı bu kişilerin “devletin kesesinden” yaptıkları “tiyatral(!)” gezileri, “hep bana hep banacılığı”, “ben ben ben!”ciliği, bırakın uyuyan bakanı Mısır’daki sağır sultan bile duyuyor.
Ben bu haberleri okurken bir taraftan da kendimi Efendi tarafından “birliğe” kaydolmuş zannediyor ve aptalca bir iyimserlik içinde “biz para bulamadık, kendi cebinden gidecek arkadaşlar varsa onları gönderelim” açıklamasını bekliyorum. Bekliyorum çünkü, bizim o sıralarda Ulusal Kanal öncülüğünde düzenlenecek “Paris gösterisi”ne izin verilmemiş. Ben bayramı Bastille hapishanesinde geçireceğime, teklif edilirse Seul’deki toplantıda Türk Tiyatrosu konferansını verdiğim gibi, -yapmadığım şey mi, mezun ettiğim üç kuşağa iki yıl boyunca Türk Tiyatrosu dersi vermişim, yani toplam altı yıl- “Ermeni sanatçılarla ve Ermeni halkıyla da hiçbir sorunumuz olmadığını, bunun ‘Emperyalist bir oyun’ olduğunu; hatta metinli Türk Tiyatrosu’nun oluşumunda Ermenilerin katkısını ve bu bağlamda Türk-Ermeni ilişkilerini de değerlendirmeye ve tartışmaya açıp o zamandan günümüze ‘tiyatro eleştirisinin durumunu’ sergilerim” diye düşünüyorum… Geldiğimde de hem konferans metnimi hem de yapılan tartışmaları Türk kamuoyunun bilgisine sunardım! Temsilci Bey, siz bunu yaptınız mı hiç? Bakanlığın kesesinden yıllarca Türk Tiyatrosu’nu temsil adı altında ne yaptığınızı bilmeyeceğiz, neler söylediğinizi bilmeyeceğiz, neler konuşulup tartışıldığından haberdar olmayacağız ve para alamadınız diye ortalığı ayağa kaldırıp Türkiye’yi dışarıya şikayet edeceğiz… Çok ayıp, çok!.. Yine de, bu söylediklerimi yerine getirmek koşuluyla, gerçekten iletişimim olsaydı, Bakanlık dışında arayışlara girilseydi, Temsilci’ye değil ama Efendi’ye, iptal edilen Paris gösterisi için bankadan çekmeyi düşündüğüm “tüketici kredisi”ni “taksitleri ödemesi koşuluyla” verirdim. Vallahi de verirdim billahi de verirdim. Asılyazıcı gitse verirdim, Mustafa Kara gitse verirdim, Hüseyin Sorgun’a da verirdim.
Ancak TEB’in web sitesinin hazırlanıp birkaç hafta önce yayına başlamasıyla burada adımı görememek beni gerçekten şaşırttı. Sitede adları olan çoğu arkadaşımın eski üye olup “artık eleştiri yazmadıklarını” da bildiğimden, siteyi hazırlayan arkadaşa bunun ne anlama geldiğini sordum; çünkü aynı zamanda birliğin yönetim kurulu üyesi bu arkadaşımız… Hazırladığı sitenin şimdiye kadar yapılan birlik etkinliklerinin en önemlisi belki de “tek” somut göstergesi olduğunu söyleyerek kendisini kutladım. O da önce söylemek istemese de, diğerleri gibi kaçamak davranmayıp, sonradan bana şu nedenlerle üyeliğimin kabul edilmediğini –sandığını- söyledi: Tabii ben de her söylediğine yanıtımı verdim:
O : Artık eleştiri yazmıyor olmak…
Ben : Siz Türk Tiyatrosu’nu takip eden birisiniz, sizce ben yazmıyor muyum?..
O: Basılı yayın organlarında değil, kendisinin ya da yakınının kurduğu bir sitede yazıyor olmak..
Ben: Bir yıldır ağırlıklı olarak İnternet’te yazıyorum. Eleştirmenlerin Efendisi de yazılarının çoğunu –hem de aynı yazıları- bir hafta arayla sitelerde yayınlamıyor mu? Ayrıca benim Ulusal-yerel medya organlarında, zaman zaman televizyonlarda katıldığım programları izlemiyor musunuz? Ayrıca İnternet siteleri basın yayın organı değil midir? Ayrıca kendisinin ya da yakınının basın yayın organında yazı yazanları ne yapacağız?
O: Yazılarında ya da yönelişinde “kuramsal” bir ağırlığı olmamak…
Ben. Hadi ya? Bunu söyleyenler eleştirmense ben eleştirmen değilim. Konuyu böylece kapattım ve OYÇED’in genel kuruluna katılmak üzere içeri girdim. Ancak susmayıp, bu etik, estetik, insansal ve bütün hukuksal değerlerin çiğnenip “görevlerin kötüye kullanılması” karşısında Türkiye Eleştirmenler Birliği üyelerine, kamuoyuna ve ilgili mercilere seslenip bir “suç duyurusu”nda bulunmaya karar verdim.
Şimdiki ve önceki yönetimlerin bu kadar “kabaca”, hiçbir zeka parıltısı olmayan “adam harcama” tavırlarını ve açık seçik faaliyet gösterdiğim bir alanda (sırf siz oraya daha önce gelip yer kaptınız diye, sırf bunun için, tıpkı çocuklar gibi) en temel yurttaşlık hakkımın engellenmesini kınıyorum! Böyle eleştirmencilik, temsilcicilik oynayan “yönetimlerle” çalışmamak benim için de “isabet” olmuştur ve tıpkı oyun oynayan çocuklar gibi, onları seyretmek de gerçekten çok eğlenceli!
TEB YÖNETİMİNİN TÜZÜĞÜNÜ ÇİĞNEDİĞİNİN RESMİDİR TEB TÜZÜĞÜ’NDEN… (KAYNAK: http://www.teb-bir.org/teb-hakkinda/tuzuk) ÜYELİK Madde 5- Ülkemizde tiyatro (sahne ve gösteri sanatları) eleştirmenliğini meslek edinerek, yazılı (gazete ve dergilerde), görsel (televizyon) ve işitsel (radyo) yayın organlarında sürekli olarak, icra eden veya etmiş olan, bu alanda eleştiri niteliğinde inceleme veya araştırma eserleri yayınlamış olan, ya da sahne sanatlarıyla ilgili eğitim ve öğretim kurumlarında eleştiri dalında eğitim görevi yapmış olan, medeni hakları kullanma ehliyetine sahip, 18 yaşını bitirmiş bulunanlar Birliğe üye olabilirler. Birlik, üyelik için yapılan başvuruları Yönetim Kurulu'nda inceleyerek, en çok otuz gün içinde inceleme sonucunu, üyeliğe kabul veya isteğin reddi şeklinde, müracaat sahibine yazıyla bildirmek zorundadır.
NOT: Daha iyi anlaşılabilmesi için aranan özellikler tarafımdan koyulaştırılmış, son tümcedeki yapılması gerekenler normal harflerle yazılmış, zorunluluklar koyulaştırılmıştır. Altı çizili olan kurallarda ise geçmişte eleştiri yazmış ama artık yazmayanlar da üye olarak kabul edilmişlerdir. Sırf bu madde bile sözkonusu yönetimlerin ne kadar “iyi(!)” niyetli olduğunu ortaya koymaktadır.
Yazar olmak ister misiniz?
Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...