Dünyanın en önemli dengesidir kaybedenler ve kazananlar. Tıpkı bir tahterevallinin dengede durması gibi, kazananlar ve kaybedenler de denge durur. Birinden biri ağırlığını verdi mi bütün her şey altüst olur, hesaplar karışır, acılar yaşanır.
Kazananlar hayata her zaman bir adım önce başlar. Onlar dünyaya geldiğinde her şey hazırlanmıştır. İstedikleri her şeye her an ulaşabilirler. Sonuçta onlar bu dünyaya kazanamaya gelmişlerdir. Eğitimden başlayarak çalışma hayatlarına, ailelerine kadar rahat bir hayat yaşarlar.
Kazananlar çoğu zaman farkında bile değildir bir kazanan olduğunun. Onlar kendilerini belki şansın belki de fırsatçılıklarının bu noktalara getirdiğini düşünür. Ellerinde olanın kıymetini bilmeden, bilinmezlere doğru yola çıkarlar. Hem ellerindekini korurlar, hem de başkalarını da ellerine geçirirler.
Kaybedenler dünyaya geldiklerinde hiçbirşeyleri yoktur. Eğitim ve sosyal hayatlarında çabalasalar da hep kaybederler. Çalışma hayatında burunlarının ucunda duran fırsatları ellerine alamazlar. Kaderciliğin getirdiği teslimiyetçilik duygusuyla, her adımlarında bir kez daha anlarla nasıl zorlu bir hayat yaşadıklarını.
Ama birgün tahterevallinin dengesi şaşar ve bir kazananla kaybeden bir araya gelir. İşte o andan itibaren her şey değişecektir. Kazanan yine umursamazdır. Elinde olanların kıymetini bilmeden oturup dururken, kaybedenin kıskanç gözlerine takılır. Kaybeden tetiktedir. Her an bir açığını kollayarak bekler. Kazanan umursamaz davrandıkça, kaybeden biraz daha umutlanır yapacakları konusunda. Bu sefer kaderinin değişeceğine inanmaktadır. En azından yine kaybetse de, bir kazananı da kaybedene dönüştürecektir.
Amansız bir savaş başlar. Kelimelerin silah gibi bir o yana bir bu yana savrulduğu, hain tuzakların kurulduğu heyecanlı anlar, yerini sonu belli bir savaşa bırakacaktır. Savaş nasıl biterse bitsin tahterevallinin dengesi bozulmayacaktır.
Parkan Özturan’ın kaleme aldığı, Selçuk Uluergüven ve Ali Yaylı’nın canlandırdığı “Gülhane Parkı” adlı oyunun temel noktasında “kazanan-kaybeden” ilişkisi duruyor. Hayatında belli rutinleri, mutlu bir ailesi olan emekli bir adam ve hayatta bir türlü tutunamamış, yaşadığı hayatın sınırları içinde sıkışıp kalmış, zincirlerini kırmaya çalışan başka bir adam.
Metnin içinde zaman zaman kopmalar meydana gelse de genel olarak, Ali Yaylı’nın canlandırdığı karakterin söz oyunları, bir düşünceye iten duygulanmaları insanı etkiliyor. Her an bir sürprize hazırlayan oyunuyla Ali Yaylı, alabildiğine doğal, sade bir anlatımla karşımıza çıkıyor. Finale kadar kıvranmalarının sebebini anlamamızı engelleyerek, finalde şaşırtıyor.
Selçuk Uluergüven rolünün umursamazlığı ve uzaklığıyla, karşısındaki karaktere tepeden bakmasıyla bizleri ikna ediyor. Durumun ne kadar uzağında olsa da aslında karşısındakinin satıraralarını takip ediyor. Finale kadar gelen süreçte bir çıkış görülmüyor. Finalde ise olan oluyor.
Sade bir dekorun içinde, alabildiğine oyuna dayalı, dekorun ya da başka şeylerin arkasına sığınmadan, tıpkı hayatın çıplaklığı gibi bir oyun. Ne süse gösterişe ihtiyacı var, ne de başka bir renge.
Hayatta kazanan mı kaybeden mi olduğunu anlamak, kendinizi sahnedekilerin yerine koyup tarafınızı seçmek için bu oyunu seyretmelisiniz.
Yazar olmak ister misiniz?
Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...