| Tiyatro Kursu | Şirket Tiyatrosu | | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
| Ana Sayfa | Hakkımızda | Yazılar | Haberler | Yazarlar | Tiyatro Oyunları | Tiyatro Grupları | Sanatçılar | Kaynak | Duyuru Panosu | | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
İstanbul’dan Bir Jean Claude-Carrière Geçti Cengiz Peksoy 26.Ocak. 2009/ Akşam Dekor, ışık, efekt neredeyse tamamlanmış. Dakikalar sonra Carrière’nin kafeteryada, bir başına oturduğu görülüyor. Yol yorgunluğunu yüzünden anlamak olanaksız. Tanışmak heyecanlı. Güzel gülümsüyor. Giysileri sade. Kır gezintisinden dönen biri gibi. Oyunu izleyecek. Balkonda dingin bir köşe bulup oturuyor. Balkon dolunca, salona iniyor. Musa Uzunlar’ın yönettiği “Kara Kaplı” nın sonuncu oyununda sahneyi oyuncular, dramaturg, yönetmen, dekor-kostüm ve ışık ekibiyle birlikte kapatıyor. Seyircilere de en az oyuncular kadar iyi oynadıkları için teşekkür ediyor. Gece, konsolosluğun verdiği küçük bir yemekle kapanırken, ertesi gün için sözleşiyoruz. Tiyatro Yüzleşme’nin davetlisi olarak gelen Carrière artık bizimle. Ertesi gün. Fransız sarayı’nın bahçesinde güneş alan bir yere ilişmiş, bekliyor. Selamlaşmayı sevdiği belli: Günaydın (bonjour) ağzından bir dilek sözcüğü halinde çıkıyor. Sultanahmet Meydanı Uzaktan bir gümüşçü vitrininde bir Mevlevi figürü görüyor. Gülümseyerek ‘’Derviş’’ diyor. Belki bu sözcüğün çağrışımıyla, ilkin Yerebatan Sarnıç’ına gidiliyor. Çarpıcı. Su ve sudan yükselen sütunlar. Serin, eskil bir koku. Su sesli ney. Bir dilek parası atıyor suya Jean-Claude; ‘’Dünya için su diledim’’, diyor. Sarnıcın dibinde belki de bu yüzden sütun kaidesi olarak, bakışlarıyla insanları taşlaştıran Medusalar kullanılmış: Suyun sonsuzca kullanılamayacağını, aksi durumda her şeyin taşa keseceğini imler gibi. Medusaların kurumuş mermer suretlerini suyla yıkadık. Ayasofya’yı hızla geçtik. Eskiden kimi yatırların mekânlarını gezerken babamıza Osmanlıca sözcükleri okuturduk. Bu kez Jean-Claude bize bahçedeki sütunlara kazılmış eski Grekçeden isimler, tarihler okuyor. Yaşayan ve yaşamayan nesnelerle ilgili seçimleri kesin: Dinselliğin dayatmalarından sıkıldığı belli. Ben, sevdiğim bir sözü söylüyorum:’’Tanrılar geçicidir, dualar kalıcı’’. Jean-Claude anlayışla gülümseyerek diyor ki:’’ Dualar taşa dönüştürülürse, onlar da geçicidir. Her şey geçici değil midir?’’ Meydandaki Kahvede otururken bir boş anın boşluğundan Mevlana geliyor. Şems-i Tebriz Kebirinden şiirler çevirmiş eşiyle. Eşi İranlı. Kutsi Ergüner’in neyi eşliğinde iki CD’de toplamışlar şiirleri, Farsça ve Fransızca. Bir film projesi var Mevlana’ya ilişkin. Belh’li Mevlana’yı Attar ile anıyoruz (İkisi de birbirini anımsatmıyor mu zaten?). Sufizme ilgisi belki de ‘Kuşlar Meclisi’ olarak çevrilen Simurg yüzünden. Çağrışımlar Jean-Claude’un ağzında şöyle bağlanıyor:’’ Arayanı izle, ararken bulanı terk et ‘’. Hafif bir yemek, bir dinlenme zamanı. Sonra İstanbul’un yokuşlarına vuruyoruz. O ara bir kitapçıdan Nasreddin Hoca’nın bir kitabını alıyor: Ruhumuz bedene dilediği sözü geçiremeyince en iyisi gülümsemektir: Hoca’dan daha iyi kim yapabilir ki bunu? Gülümser ve dünyayı başka türlü görürsünüz, en azından hafifler dünya. Dalgalı bir deniz gibi İstanbul: Hareketli, asla tekdüze değil; bazen bedenlerimiz sevmese de, tendonlarımız karşı koysa da Pierloti’ye çıkıyoruz. Gösterge tabelasındaki yazım biçimi güldürüyor onu (Pierloti):’’ Neden böyle yazılmış?’’ Çünkü bir mahalin adı artık O, diyoruz. Sevinçle :’’Ah, bunu görmüş olsaydı ne kadar sevinirdi Loti’’ diyor. Kahvemizi içerken konuşmuyoruz pek. Üç kentin tadını çıkarıyor sanki: Konstantinnapoli, Bizans ve İstanbul. ‘’Bazen, yeni bulgular, eskiye ait yeni yerleşim biçimleri ortaya çıktıkça, bir tarihçi olarak, geçmişin gelecekten daha şaşırtıcı olabileceğini düşünüyorum,’’ diyor. Eskil bir belki de hamam yıkıntısının duvarında uzanmış, kış güneşinin tadını çıkarmakta olan kediye yaklaşıyor. Biz taksi beklerken o kediyi okşamaya başlıyor. Kedicik ne zamandır Carrière’yi beklermiş gibi: Yatıyor, kıvrımlarının okşanmasından hoşnut, türünün kutsal adamlarca nasıl sevildiğini bilirmiş gibi mırıl mırıl. Gülümseyerek parmaklarını gösteriyor Jean-Claude; az önce kediyi kendisinden geçiren parmakları bedensiz bir lir çalarmış gibi havada sazlanıyor:’’ Teknik, diyor. Kadınlar…’’ Jean-Claude’daki dinginliği anlatmaya çalışıyorum aslında. İzleyiş bütünlüğünü, gördüğü bir nesneden, ona hayran olsa bile, kopup bir başka nesneye yönelivermesini, andan ana geçişindeki telaşsızlığı… Gün boyu olmadık yerlerde karşımıza çıkan kediler Jean-Claude’a: ‘’Bu kentte fare olmayı hiç istemezdim’’ dedirtse de, sıkı bir kedi dostu olduğunu görmemek olanaksız. Benim gibi sık ve rastlantısalmış gibi yaşanan, önemsiz görünüşlü olaylarda gizemin mührünü arayan biri için bu kedi olayı çok anlamlı. Jean-Claude, ‘’Kara Kaplı’’ yazmaya karar verdiği günlerde, evde yalnızken, bir kedinin teklifsiz davranışlarına maruz kalmış. Üç gün boyunca, ne yaparsa yapsın onu evinden uzaklaştıramayanca da, kediciğin açlıktan ölmemesi için, dışarı çıkıp biraz yiyecek almış. Gelin görün ki, eve döndüğünde kediyi bulamamış. Gitmiş kedi. Bir boşluk duygusu duymuş olmalı Jean-Claude, bunu ona sormadım ama birinin ya da bir şeyin bizimle kalmasına karar verdiğimizde, onu kovmaktan daha farklı bir şey duyarız: bir rahatlama yerine, ezikçe bir boşluk. Bu nedenle ‘Kara Kaplı’daki Suzanne biraz kedi gibidir: Teklifsiz, çaresiz, korunmaya muhtaç. Ama görünenin, gördüğümüzden farklı olması en çok kedilere yakışan bir tutumdur. Ne yapacaklarını önceden kestirmek, bilirsiniz, her zaman olanaklı değildir. Yine de, şu anda, İstanbul’da kediler Jean-Claude’a kadim işaretlerini verir gibiler:’’Beni severler,’’ deyip muzipçe gülümsüyor. Yemekten önce ellerle çalışmanın öneminden söz ederken; ‘’Günde en az bir saat yazıyorum. Sen de yazmalısın; bir piyanistin ellerini çalıştırması gibi.’’ . Düşünceden daha hızlı bir güç var mı bilemiyoruz, ama ellerle zihnin birbirine yakın devinmesi bir yazar için önemli olmalı. Sürdürüyor anlatısını: ‘’ Cezayirli bir ilizyonist tanımıştım; ‘Bir ilizyonistin elleri, onu izleyenlerin gözlerinden daha hızlı devinmelidir derdi.’ Bir keresinde bir restoranda yemek yiyorduk, kahvelerimizin servis edilmesini beklerken ‘izninizle’ dedi ve ellerinin ayalarını bu biçimde masanın üzerine bıraktı, sonra böyle tersine çevirdi, sonra bir daha, bir daha, dakikalarca bu devinimi yineledi. Bu tarz çalışmaları aksatmamak gerektiğini biliyorsundur, değil mi?’’ Biliyordum, ama onu dinlerken mekânları aştığım sanısına kapılıp Mahabarata’ya gidip geldiğim için O’nu dinlemekten zevk duyuyor, yanıtımla bu büyüyü bozmaktan çekiniyordum. İşte Hindistan’daydık. Üstat Melih Cevdet Anday’ın ‘’Ellere iş gördürmek gerek/ Çalışmanın tapınağına gir ve arın’’ dizeleri, gençliğimde Sümer’e götürmüştü örneğin beni. Ülkeler… Yaşadığımız çağda, yaşamadığımız çağda yurttaşlarını kendi kültür iklimlerinde doyuran, büyüten, dünyaya açan siyasal çizimler… Bir projesinden söz açtı tam bu noktada Jean-Claude: Yedi ülke için resimli geçitler metinleri yazması istenmiş ondan; ‘’yedi artı bir olabilir mi?’’, diye bir dilekte bulunmuş. Artı bir, olmayan bir ülke olacak… Çünkü olmayan bir ülkeyi de anlatmak, anlatabilmek gerek. İranlı büyük İslam filozofu Suhreverdi de ‘yedinci iklim’de denememiş miydi zaten bunu? Gel de Baki’yi anımsama! Der ki şair-i Azam: ‘’Her yaneden ayağıma altın akıp gelir’’... Her yaneden gelen din, dil, ırk yanılsamalarına bakmadan en ideal ülkeyi, belki de dünyayı gerçekleştirme düşünü kuran insanların geçitlerine bir saygı duruşu… Geziniyoruz: Çünkü insan zekâsı hoşnutlukla gezinebilir bu biçimde, beden oturuyorken bile. İşte Belh’deyiz. ‘’Her bakış yalandır’’, diyor Einstein Lütfen’’de Carrière. Ama, sanırım bu bakış personaya aittir; gündeliktir o bakış, uygun durumlara ayrılmıştır ve biliyorsunuz egomuzca otomatiğe bağlanmıştır. Mevlana’dan bahseden Jean-Claude’un gözleriyse şimdi bir yunus yavrusu gibi bakıyorlar. ‘’Bahaddin ve Celâleddin Belh’den göç etmeden az önce –anlatırken, bir kâğıda desen de çiziyor: Olgun bir adam ve hemen yanında bir ergen- Attar’ı ziyaret ettiler. Bahaddin’in âlimler âlimi olduğunu bilmeyen yok. Ama Celâleddin! Kimse bir şey bilmiyor daha.’’ Anlatısını sürdürürken çizgilerini de konuşturuyor Jean-Claude. Adamın ve delikanlının ardlarına serilen gölgelerde kalemini oynatırken Celâleddin’in gölgesini babasınınkinden uzun tutuyor. Desene Attar’ın gözlerine yansıyan gerçek konumdan bakıyoruz: Ziyaretlerini tamamladıktan sonra yanından ayrılıp, batmakta olan güneşe doğru yürüyen baba-oğul. Attar gölgelere bakıyor ve diyor ki yanındakilere:’’Görüyor musunuz, deniz yürüyor, damla onu izliyor’’. ‘’O zaman Şebu Aruz törenine gider miyiz?’’ diye soruyorum. ‘’Gidebiliriz’’ diyor. Her yere gidebiliriz; kalplerimizi birleştirmeyi biliyoruz çünkü artık. Zeynep(Utku), Carrière’nin oyunu izlemeye gelmesi için onu davet ettiğinde, Jean-Claude’un programı doluydu geçen yıl. ‘’Her oyunumuzda bizimlesiniz’’ diye yazdığımızda O’na;’’Her oyunda olmasa bile, çoğunda oradayım’’ diye yanıtlamıştı bizi. İçten seslenişleri duymamak olanaksızdır. İşte bir düş gerçekleşiyormuş gibi buradayız şimdi ve birlikte çalışmaktan mutluyuz. Her yerde birlikte olabiliriz. Ne kadar bütünlük vadeden bir duygudur bu! Hepimizin zaman zaman düşlerinden fışkıran, Jean- Claude’un 7+1=8 ülkesinde yurttaş olmak gibi bir şey bu: Yüreğin coğrafyasında… Mahabarata Kuşlar Meclisi(Simurg), Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Danton, Ecinniler, Teneke Trampet, Goya’nın Hayaletleri, Gündüz Güzeli… Peter Brook’la, Wajda, Bunuel ve Milos Forman’la ve daha pek çok ustayla birlikte imzalanan kült yapıtları ve(ya) ‘Einstein Lütfen’, ‘Zamanların Sonu’, ‘Kara Kaplı’ ve ‘Kertenkele’leri, Umberto Ecco ve Dalay Lama birlikte ortak kitaplarını yazmamış gibi; yani yapıtlarının gölgesini üzerine düşürmeden, demek istiyorum, alçakgönüllülükle İstanbul sokaklarında sazlanan bu derviş kılıklı adam, O’na sen dervişsin dediğimizde sol avucunu havaya, sağını toprağa döndürüp, omuzlarını hafifçe kaldırıyor. Ölümün geliş hızını bilerek, yazılmayı bekleyen bütün karakterlerinin; ‘’Önce beni yaz, beni yaz’’dilek ve umutlarına öykünerek alaycılığı takınan Jean-Claude’umuz sanki arkasında bitmemiş hiçbir iş bırakmayacakmış; ölümlü olduğunu gerçekten bilen her insan gibi acelesiz ve vakur gülümsüyor: ‘’Elden ne gelir!’’ İstanbul’dan bir derviş, bir insan, bir Jean-Claude Carrière geçti. Cengiz Peksoy E-mail: eflatungolge@hotmail.com Paylaş Tweet Sevin Şerbetci - ( 2/16/2009 ) oyununu seyredip etkilendik, hemde cok.. ama Sizde bir insan tanitip, O guzel insani bize sevdirdiniz.. Teskkurler! |
Tiyatro Kursu Başlıyor! 19 Kasım'dan itibaren her SALI Kadıköy'de! Çalışanlara yönelik hobi sınıfı! Duyuru Panosu!
Son Eklenen Tiyatro Oyunları
Güncel Yazılar
Yazar olmak ister misiniz? Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...
Güncel Haberler
Tiyatro Dünyası'nı takip Edin | .. |
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|