Toplumları her zaman ileri seviyelere ulaştıran o toplumun belli kültür etkisi çerçevesinde sanatla uğraşmasıdır. Ama artık günümüz birazcık çıkar ve baba dostu, tanıdık ilişkilerinin ön planda olduğu bir dönem haline gelince gerçek sanat yapanların, değil bir ayağının çukurda olması iki ayağı birden çukurda olma durumları ortaya çıktı.
Bir proje gerçekleştirir beğeni alırsanız yeni projelere yelken açmak daha kolay olur elbette; ama bir proje yapmak için destek istediğinizde o zaman size verecekleri cevaplar karşısında hayretler içinde kalabilirsiniz. İşte böyle bir durumda sanatınızı icra edip kültür taşlarınızı sağlamlaştırma umutlarınız söner gider. Çünkü sizin için ayrılan bir ödenek varsa bile o ödeneği tahsis edecek olan kişinin arkadaş çocuğuna çoktan gitmiştir bile ödenek. Böyle olunca da sanatçı ve sanat yaptığını sananlar ayrımı yapılamamaktadır.
Toplumumuz sanata özellikle de tiyatroya çok yakın ve alışık bir toplum değil maalesef. Onlara bu duyguyu tiyatro başta olmak üzere aklınıza gelebilecek her türlü sanat dalını aşılayabilmek için o sanat dalının en iyi örneklerini sunmanız gerekir.
Şimdi bana bunları anlatmaya ne gerek var diyeceksiniz?
Gerek var hem de çok gerek var. Geçenlerde bu anlattığım olay neticesinde bir tiyatro oyununa davetiyemi aldım ve gittim. Afişlere baktığımda başıma, daha doğrusu tüm izleyicilerin başına geleceği adeta tahmin etmiştim. Oyunun sonunda duyduğum şu cümle her şeyi size açıklar sanırım: “Anne bir daha tiyatroya getirme beni. Diziyi kaçırdım.” Haklıydı bu cümleyi söyleyen evladımız. Daha önce hiç tiyatroya gitmemiş ve ilk gittiğinde de tiyatroyla uzaktan yakından alakası olmayan bir kişinin, “yönetmenim ben” diyerek ortaya çıktığı bir oyunu izlemek zorunda kalmıştı. Doğal olarak sanatı ve sanatçıyı yanlış tanımıştı. Ben onu bir kenara çekerek bugün burada izlediklerinin aslında sanat yapmayla hele de tiyatro sanatıyla hiçbir yakınlığı olmadığını anlattım. Kendisini de benim yürüttüğüm bir atölye çalışmasına davet ettim.
Şunu da belirtmek de yarar görüyorum. Yönetmenim diyen bu kişi bir gün bana bir senaryoyla geldi. Üstelik bu senaryoyu kendisinin yazdığını söyledi. Oyunun adı “Dokuz Canlı” idi. Evet siz de hemen hatırladınız değil mi? “Dokuz Canlı” isimli oyun geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Tayfun Türkili’ne ait bir oyun. İşte bu şahsiyet hiçbir şeyden haberimiz yokmuşçasına, sanattan uzak kalmış toplumumuzu (büyük şehirler birazcık bu konunun dışında tutulabilir belki) kandırma eğilimi içerisinde. Ben kendisine sinirli bir halde bu durumu anlatınca hiçbir şey söylemeden odamdan çıktı.
İzlediğimiz oyuna gelelim. Tayfun Türkili’ne ait bir oyundu oynanan yine. “Naaş-ı Muhteremler”. Bu kez oyunu yazan kişiyi hiçe saymamış afişte onun ismine yer vermişti. Tamam, ama Tayfun Türkili’nin ismini katletmemiş olsa da Naaş-ı Muhteremler isimli oyun artık Tayfun Türkili’nin yazdığı oyun olmaktan çıkmıştı bir kere.
Daha duyarlı insanlar olmak ümidiyle saygılarımı sunuyorum.
Yazar olmak ister misiniz?
Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...