Tanrıların Kıvılcımını Başımıza Taç Ettik: Beethoven 9. Senfoni
Üstün Akmen
İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından kırkıncı kez düzenlenen İstanbul Müzik Festivali, insanlığın “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” gibi yüce ideallerini anlatan, ayrıca müzik tarihi için anıtsal değer taşıyan Beethoven’ın görkemli mi görkemli 9. Senfonisi (Re minör Op. 125) ile açıldı. Türkiye’nin dünya sahnelerinde fırtına gibi esen genç kuşak şancıları, Soprano Simge Büyükedes, Alto Ezgi Kutlu, Bas Burak Bilgili ve Tenor Murat Karahan’a, İKSV’nin Sascha Goetzel yönetimindeki sürekli orkestrası Borusan İstanbul Filarmoni ve Cem’i Can Deliorman yönetimindeki Kültür ve Turizm Bakanlığı Devlet Çoksesli Korosu eşlik etti.
HÜZNÜN İNSANA EN FAZLA YAKIŞTIĞI AN
Açılış konserini dinlerken, Gary Oldman’ın Beethoven rolüyle efsaneleştiği “Ölümsüz Sevgili-Immortal Beloved” filmini aklıma taktım. Bernard Rose’un 1994 yapımı filminde de en etkilendiğim bölümlerden biriydi 9. Senfoni. Küçük Beethoven’ın babasından dayak yememek uğruna gece yarısı evden kaçtığı sahnede, müziğin şiirselliğinin yıldızların şiirine karışışını anımsadım. Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası, hayli mistik ve karanlık olan “Allegro ma non troppo, un poco maestoso” bölümünde hayli “baygın” icrasıyla içimi iyice karartırken, hüznümün bana en fazla yakıştığı anlara gözlerimi dayadım. Neyse ki, Molto Vivace’de orkestra silkelendi de, kendimi içimde beslediğim hüzne iyiden iyiye teslim etmeyi göze almadım. Gel gelelim hemen sonrasında, hüznün ruhumla nasıl uyum içinde raksa başladığını iç gözümle seyre daldım. Hangi duygularla yoğrulduğumu anlayamadım, ama ani geçişlerde karamsarlık ve umut arasında pek güzel yalpaladım.
BEETHOVEN’IN ÇIĞLIĞI
Beethoven’ın ölümsüzlüğün gizini/gizemini bildiği gerçeğini, gene “Adagio molto e cantabile-Andante moderato” bölümünde yakaladım. 9. Senfoni’nin özgürlüğü, coşkuyu, sevgiyi, hüznü, sevinci, aşkı, kederi, ayrılığı en iyi anlatan eser olduğuna bir kez daha yürekten inandım. Yıllar yılıdır 9. Senfoni’nin esrarengiz ritimlerine asılı kalmıştım, bu kere de kendimi kurtulmaya hiç mi hiç zorlamadım. Bestecinin nasıl olup da: “Müzisyen tanrıya en yakın insandır ve içindeki ruh, tanrının sesinin dile gelmiş halidir” dediğini bir kez daha ve yeniden kavradım. Viyolonseller zayıf mıydı ne! Aldırmadım. Her bir bölüm bende farklı tepkiler uyandırıyordu ya, “gerisi laf-ü güzaf”. Her bölümde ciddi anlamda sarsıldım. Beni bende (oturduğum koltukta) bıraktım, kendimi Beethoven’ın çığlığına kaptırdım, hatta içimden çığlıklar attım. Tınılar, içimde birikmiş vahşi hırsları söktü attı; umutsuzluklarım, düş kırıklıklarım yumuşadı, özlemlerim kabardı.
HEPİMİZİ KUCAKLAYAN SEVİNÇ
Derken, eser (bildiğiniz gibi) 4. Bölümde konuşan bir karakter kazandı. Bas enstrümanların resitatifi tam da insan sesini muştulamaktaydı ki Bas Burak Bilgili’nin sesiyle yerimde kımıldadım. Bilgili, sesini yükseklerde ve lirik karakterde dolaştırdı. Ne derin bir ses gürlüğü, ne güçlü bir ses! Hem de ne kadar ağırbaşlı, nasıl da soylu! Burak Bilgili ile birlikte törensel neşe her bir yanı kapladı. Simge Büyükedes şakıdı. Ezgi Kutlu salon akustiğinin hiç kuşkusuz ne ilk, ne de son kurbanıydı. Tenor Murat Karahan’ın yüksek ve parlak ses tonu su gibi aktı, tokluğu boşlukta rezonans (tınlaşım) yaptı. Müzik birdenbire bir deniz gibi kabına sığamaz oldu, duvarlara çarptı, taştı, aktı, patladı. Koronun coşkusu salona sığamadı, dışarılara taşıyordu.
4. Bölümün Adagio molto cantabile’sinde kemanlar barışı çağrıştırmaya başladı, giderek finale varıldı.
Final mi?
Tüm orkestra, solistler ve koro birleşti, Allegro tempoda sevinç hepimizi kucakladı, fırtına çıktı.
Dışarıda başımı kaldırıp baktım, gökyüzünde yıldızlar vardı.
Yazar olmak ister misiniz?
Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...