| Tiyatro Kursu | Şirket Tiyatrosu | | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|
||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
| Ana Sayfa | Hakkımızda | Yazılar | Haberler | Yazarlar | Tiyatro Oyunları | Tiyatro Grupları | Sanatçılar | Kaynak | Duyuru Panosu | | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
Şerefe Hatıralar - Tiyatro Pera Üstün Akmen “ŞEREFE HATIRALAR”LI YILLARIN ŞEREFSİZ SORUMLULARI
Nesrin Kazankaya, geçen yıl yazdığı ve Tiyatro Pera’da bu sezon da sahnelenmekte olan “Şerefe Hatıralar-1955” oyununda, 1955-1956 yıllarında İstanbul'da Nişantaşılı soylu ve zengin bir ailenin yaşamı ekseninde gelişen olayları anlatmıştı. İki bölümlük oyunun ilk bölümünde, yeni kurulan çok partili demokratik rejimle liberal ekonomik atılımlar yapan Türkiye'deki siyasal süreçte, bir ailenin varoluşunu konu edinmiş, oyunun ikinci bölümündeyse aileyle ilişkili ikinci kuşak figürlerin toplumsal ve siyasal çalkantılar doğrultusunda yaşadıkları 70'li yıllara yer vermişti. Bu iç içe geçen iki öyküde, aile bireylerinin farklı dönemlerde de olsa siyasal sistemin yol açtığı sorunlarla yaşadıkları parçalanmalar, yitirilen yaşamlar vardı. Toplumumuzun şu anda içinde bulunduğu bataklığa düşürüldüğü yıllardı o yıllar.
ÖVGÜYE DEĞER BİR ÇALIŞMAYDI Nesrin Kazankaya, öyküsünde sanki bir dönemsel fotoğraf çekmişti. Bu fotoğraf içinde politik hataların insanların yaşamını nasıl alt üst ettiğini mükemmel bir kurguyla işaretlemiş, öncelikle Cumhuriyet tarihiyle yüzleşme cesaretini göstermişti. Bu cesaret, hiç kuşkum yok aydın sorumluluğunu yerine getirmek anlamına da geliyordu. Türkiye'nin gerçek dönüm noktası olarak 1955'i saptaması; Osmanlı anlayışının devam ettiği yıllarda Cumhuriyet coşkusunu yaşamak gibi bir ikilemin politik aymazlığı getireceği noktasının altının kısa, öz, ama öylesine kalın çizilmesi benim açımdan övgüye değerdi, gerek gazete-dergi yazılarımda, gerekse görev yaptığım seçici kurullarda övdüğüme değdi, sizin de oyunu izlemenizi gönül rahatlığıyla önermemi gündeme getirdi. BEN ADAMLARIMI TANIYORUM Ben, Nesrin Kazankaya’nın “Şerefe Hatıralar”ını izlerken, o “küçük Amerikalılaşmaya” iman etmiş kocayı anımsadım. Adı ister Celâl olsun, isterse Kemâl… Önemli değildi. Anımsadım. Yükseköğrenim görmüş, ama toplumda kendine iş ve yer bulamadığından için için kendini kemiren ozan-çevirmen Suat’ı ya da Fuat’ı da “yakinen” tanıyordum… Adı fark etmiyor, tanıyordum ya, siz ona bakın! Ya ablasını? Ablasını da tanıyordum. Daha eşitlikçi bir dünya umuduyla yanıp kavrulan; sanat, yazın, müzik tutkunu Sanay’ı ya da Şenay’ı tanımaz olur muydum hiç? Tanıyordum. 1914 doğumlu bir Rus Yahudi’si olan Erol Güney ile de tanışıklığım vardı (Erol Güney’in Ke(n)disi / Göçmen-Çevirmen-Sevgili / Haluk Oral – M. Şeref Özsoy – Yapı Kredi Yayınları, 2005). 1940’lı yıllarda Tercüme Dergisi’nde bir araya gelerek başlatılan kültür hareketinin yaşayan son temsilcisi Erol Güney’i nasıl tanımazdım? Onu da tanırdım. Ben, 1950’li yılların çocuğu, 1960’lı yılların delikanlısıydım. Yani, bir anlamda Nesrin Kazankaya’nın “Şerefe Hatıralar-1955” başlıklı oyununda anlattıkları arasındaydım, olayların yakın tanığıydım. BATAKLIĞA DÜŞMEMİZDEN ÖNCEKİ SON FOTOĞRAF Nesrin Kazankaya oyununda, 1955-56 yılları arasında İstanbul'da Nişantaşılı soylu ve zengin bir ailenin yaşamı ekseninde gelişen olayları anlatmıştı. İki bölümlük oyunun ilk bölümünde, yeni kurulan çok partili demokratik rejimle liberal ekonomik atılımlar yapan Türkiye'deki siyasal süreçte, bir ailenin varoluşunu konu edinmişti. Oyunun ikinci bölümündeyse aileyle ilişkili ikinci kuşak figürlerin toplumsal ve siyasal çalkantılar doğrultusunda yaşadıkları 70'li yıllar yer almaktaydı. Bu iç içe geçen iki öyküde, aile bireylerinin farklı dönemlerde de olsa siyasal sistemin yol açtığı sorunlarla yaşadıkları parçalanmalar, yitirilen yaşamlar vardı. Dediğim gibi, benim de pek iyi bildiğim yıllardı o yıllar. Toplumumuzun şu anda içinde bulunduğu bataklığa itildiği, düşürüldüğü yıllardı o yıllar. 1950'lerde yapılan hataların, ister istemez gelecek yılları da olmazcasına etkilediği yıllardı. Bakmayın siz oyunun sonundaki: “Güzel 80'li yıllara” repliğine. Esasında insanın içini yakan bir sonu hazırlayandı o yıllar. 80’lerde de bulamadık beklediğimiz güzelliği. 90’lı yıllara başlarkenki umutlarımız da heder oldu. 21. yüzyılın ilk yedi yılını da yedik, umutlarımız hâlâ ekmeğimiz. NE EKMEKMİŞ BU BE Umutlarımız hâlâ ekmeğimiz, ekmeğimiz olmasına ekmeğimiz de, o günlerden bu günlere nasıl geldiğimizi düşündükçe ekmek sanki gözümde ufalıyor. Ulusalcılık o dönemlerde kültürel ve entelektüel bir hareket olarak sayılır; devletin resmi ideolojisinin sahipleri ve devletin zinde güçleri tarafından dışlanırdı. Bakın günümüze! Ulusalcılığın yerini artık “hamaset” aldı. Solcusu, devrimcisi, Kemalisti, ilericisi, aydını, maydını hepsi başımıza ulusalcı kesildi. Bir zamanlar, devlete sadakatlerini göstermek için çırpınan, buna karşın devletten dışlanan ülkücüler bile, şimdilerde ulusalcı güçlerin cengâveri oldu. MİHENK TAŞI: 6-7 EYLÜL OLAYLARI Ulusalcılığın ilk ateşi alanların 1955 yılında “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır. Ya Taksim, Ya Ölüm” sloganlarıyla inletilmesiyle yakıldı. Gel gelelim esas olay 6-7 Eylül olaylarıydı. DP hükümeti gittikçe zorlaşan bir ekonomik durumla karşı karşıya kalmıştı ve özellikle yüksek enflasyon nedeniyle hayat standardı düşen kesimin güvenini iyiden iyiye yitirmiş, oldukça kuşkulu yöntemlerle muhalefeti susturma çabaları basının, aydınların ve öğrencilerin DP'den soğumasına yol açmıştı. “Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba atıldı” asparagasıyla, sonradan çokuluslu Osmanlı devletinden Türk ulus-devletine geçiş döneminde yaşanan sorunlarla ilişkilendirilen “müessif” olaylar başladı. Organize bir hareketti. Farklı etnik grupları barındıran Anadolu'nun homojen hale getirilmesi, Kemalist elit tarafından başarılı bir ulus-devletin vazgeçilmez koşulu olarak görülmüş ve yeni kurulan devletin Hıristiyan azınlıklara haklarını garanti etmesine rağmen, 1920'li ve 1930'lu yıllarda hükümetler zaman zaman açıkça bir asimilasyon politikası gütmüşlerdi. Her ne kadar tüm vatandaşların yasal hak ve yükümlülüklerdeki eşitliği dillere pelesenk edilse de, günlük yaşamda devletin kimlik politikası temelde Türklük üzerinden belirlenmiş, bu yolla millet olma, modernleşme ve Batılılaşma sürecinin ivme kazanacağı umut edilmişti. Haber yayımlanır yayımlanmaz önce hazır kıtalar, ardından çapulcular semtleri, caddeleri sokakları, mahalleleri istila etti; gayrimüslimlerin evlerini işyerlerini yerle yeksan eyledi, kimi din adamlarını sünnet etti. Bütün bunlar olurken ellerde bayrak vardı, bayrak asmayan evlere taşlarla, sopalarla hücum edildi.
Murat Belge taaa 1996 yılında Radikal’deki köşesinde: " .. bayrağa bu kadar tapınanların onu nerede kullanacaklarını biraz daha iyi düşünmeleri gerekir sanırım. Bayrak soyut bir simgedir, bir tören nesnesidir. Kendi kuralları içinde ortaya çıkarılır. Olur olmaz durumlara, kaynana zırıltısı gibi, bayrak sallanmaz" demişti ya! Ne haklıymış! Bende de ileri görüş varmış hani(!), daha o günlerde Belge’nin: "Aslında bunu da halk değil, otoriteler icat etti. PKK falan derken, yeni bir bayrak şovenizmi pompalandı” sözcüklerinin altını çizmişim. TEMELKURAN DA ANLATTI 2000 yılında Ece Temelkuran Milliyet’te anlatmıştı, onu da kesip saklamışım. Ayvalık Belediye Başkanı Ahmet Tüfekçi her gün öğleden sonra hoparlörlerden İstiklal Marşı yayını yaptırıyormuş. Malûm Ayvalık turistik yer. Etrafta mayosuyla, şortuyla dolaşanlar, rakı masalarında söyleşenler birden ayağa fırlayıp “hazır ol”a geçiyor. Şaşkınlığa düşüp, ayağa kalkmakta gecikenler: “Hop beyler ayağa! İstiklal Marşı” diye uyarılıyor. Turistler şaşkın ve ürkek, hiçbir şey anlamıyor. Yüzler, İlköğretim Okulu’nun bayrağına dönüyor.
Atlaya sıçraya gidiyorum, ama 1980 yılına gelindiğinde, futbol maçları öncesi, beygir ressamı paşa tarafından konulan İstiklal Marşı okunması geleneğinin(!) günümüzde de sürmekte oluşuna bir türlü anlam veremiyorum. Dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan bu gelenek(!) öyle bir tuttu ki, futbol takımlarımızda oynayan yabancı uyruklu futbolcular bile İstiklal Marşı’nı Türk arkadaşlarıyla söylemeye başladı. Hatta içlerinden birine, İstiklal Marşı’nı okutarak reklam filmi çektiler. Çok komikti. Maçlarda “Birlik ve Beraberlik Temini” zırvasıyla okunan İstiklal Marşı’nı, olabildiğince detone seslendirilişinde, daha “… an/caaak” der demez birbirlerine saldıran, küfrün binini bir paraya satın alan ve satan taraftarları da anlamam mümkün değil elbette. İşte bayrak, işte İstiklal Marşı. O halde, ne bu şiddet bu celal… Günü geldi camilere de bayrak asılmasına karar verildi. Böylece camiler dinî bir görevin yapıldığı, bir ibadet yeri olmaktan çıktı, devlete sadakatimizi gösterme yeri haline dönüştürüldü. Başka bir deyimle camiler de ulusallaştırıldı. İki minare arasında bayrağı görünce laik devlet de Müslümanların dualarından yararlanmış mı oldu, orasını bilemiyorum. Bu ülkede, hacılar da cepheye gönderilir gibi bayraklarla yolcu ediliyor, cepheden döner gibi bayraklarla karşılanıyor ya neyse! CENAZEDE DE BAYRAK Benim bildiğim, dünyanın hemen her yerinde, savaşta ölenlerin dışında, cenazeler dini törenle kaldırılır, tamam da, Türkiye’de cenazeler de siyasetin ve ideolojinin bir aracı haline getirildi. Çok sık “şehit” cenazesiyle rastlanır olundu. Allah, Allah… Yahu, askerlerimiz sanki terörü önlemek için çabalamıyor, düşmanla savaş ediyor. Ne çok insan? Ne kadar çok olursa olsun, artık her biri için resmi cenaze törenleri düzenleniyor, cenazeler bayrağa sarılıyor, “cenaze kaldırma” bir siyasi ve ulusal olay haline dönüştürülüyor. Alkışlar, sloganlar, hamasi nutuklar… CUMHURİYET BAYRAMLARI İstanbul’un yedi tepesine, tepe sayılan yüksekliklerine dev bayrak direkleri dikiliyor, dev direklere bayraklar asılıyor. Diğer kentlerimizde de öyle. Her yer bayrak. Meydanlar, evlerin balkonları, minibüslerin arka kapıları, işyerlerinin camları, dolmuşların radyo antenleri… Bayrak üreticileri, bayrak yetiştiremiyor. Yakında karaborsaya düşmesi beklenen satışların altıya yediye katlandığı biliniyor. Cumhuriyetin kuruluş yıldönümlerinde televizyonlar, gün boyu terör protestosuna da dönüşen kutlamaları, ulusalcı ve savaş yanlısı konuşmaları, “İç ve dış mihrakların Cumhuriyeti yıkma çabaları”nın sıklıkla vurgulanmasını naklen ve “defaten” veriyor. Ekranlara İstiklal Marşı’nın tamamını ezbere okuyan küçükler, Behçet Kemal Çağlar’dan şiirler, asker elbisesi giydirilmiş, asker selamı vermesi belletilmiş küçük çocuklar, “rap rap” yürüyen öğrenciler, mehter takımları, resmi geçitler yer alıyor. YABANCILARA SATILAN MEMLEKETTE BAYRAK SALLAMAK Meydanlar kırmızı bayrak tarlası… ABD ve kimi AB ülkeleri Türkiye’nin varlığına, geleceğine, topraklarına, suyuna, yurttaşlarına göz dikmiş, biz hâlâ bayrak sallıyoruz. Ülke topraklarının yarısı talana açılmış, biz bayrak dikiyoruz. İşte, son olay: Tarihi, kültürü ve tüm değerleriyle, beş bin yıldan fazla geçmişiyle Kazdağları… Alplerden sonra dünyanın en büyük oksijen deposu; yeryüzünün en büyük ekosistemlerinden biri; her yıl 516 bin ton karbondioksit tüketip, 375 bin ton oksijen üreten, küresel ısınmanın olumsuz etkilerine karşı ülkenin can simidi olarak gösterilen bir hazine. Başka coğrafyada yaşaması olanaksız endemik bitki türlerini bağrında barındıran; doğal biyoçeşitlilik özellikler taşıyan; alternatif turizmin ve ekoturizmin merkezi niteliğini hiç kimselere kaptırmayan, yer altı ve üstü su kaynaklarıyla “su cenneti” olarak tanımlanan, yeryüzünün en nefis zeytinyağını ürettiren Kazdağları yerli ve yabancı çok uluslu şirketlere göz külhanlarımız altında peşkeş çekiliyor, biz “Ta tat tata, ta ta ta…” Onuncu Yıl Marşı eşliğinde bayrak sallıyoruz. SÖZÜMÜZ YOK BAYRAĞIN GÜZELLİĞİNE Bayrağın güzelliğine, dalgalanışındaki haşmete; ulusal varlığın, onurun, gururun, bağımsızlığın, egemenliğin, özgürlüğün simgesi oluşuna sözüm yok da, anlamı bu denli mi dejenere edilir be birader demeden de kendimi alamıyorum. Bayrak siyasi, ekonomik, kültürel ve askeri anlamda ulusal çıkarların bizim egemenliğimizde olduğunu göstermesi gereken bir simge. Bu değerler yoksa, bayrağın bez parçasından başka ne değeri kalıyor? Bayrağın bu hale düşüşünü, neden halkım düşünmüyor, sorgulamıyor? Neden kimse, bayraklarının sopalarını, bayrağı bu hale getirenlerin kafasında kırmıyor? “Müsebbipleri” mezarda bile olsa çıkartılıp neden yargılanmıyor? Ölmüşüne yaşayanına, neden: “Şerefe Yıllar” dediğimiz şerefsiz yılların hesabı sorulmuyor? Neresinden bakarsak bakalım, bu bayrak şovenizmi kötüye gidiyor. Haberiniz olsun, hem de çok kötüye gidiyor. Yazarın Tüm Yazıları Paylaş Tweet |
Tiyatro Kursu Başlıyor! 19 Kasım'dan itibaren her SALI Kadıköy'de! Çalışanlara yönelik hobi sınıfı! Duyuru Panosu!
Son Eklenen Tiyatro Oyunları
Güncel Yazılar
Yazar olmak ister misiniz? Yazar olarak tiyatrodunyasi.com ailesine katılmak, yazılarınızı yüzbinlerce tiyatroseverle paylaşmak isterseniz tiyatrodunyasi@tiyatrodunyasi.com adresine mail gönderebilirsiniz...
Güncel Haberler
Tiyatro Dünyası'nı takip Edin | .. |
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
|